Rotamız kabaca, Düzce'den Akçakoca'ya gideceğiz ve ondan sonra olabildiğince ana yollardan ayrılarak, mümkün olduğunca denize yakın yollardan Sinop'a kadar gideceğiz. Baştan söyleyeyim bu gezide "no women, no problem"in etkisi ne kadar bilemem :) ama , hayatımda yaptığım en keyifli gezilerden birisi oldu. Arabanın bagajını bütün piknik malzemeleri ve muhtelif alkollü, alkolsüz içki stokumuzu yaparak, yola koyulduk..
İlk durağımız Akçakoca oldu. Aslında durak sayılmaz,mola yerimiz diyelim.Daha önceleri defalarca buraya geldiğimizden dolayı, burada konaklamak işimize gelmedi. Akçakoca aslında şirin bir Karadeniz ilçesi ama her gittiğimde daha da beton yığınlarına dönüştüğünü görmekten üzüldüğüm bir ilçe. Karadeniz'de denize girmek her zaman sıkıntılıdır ama burada rahatlıkla denize girilebilecek plaj var.Yukarıda ki fotoğrafta görülen öğretmenevi de denize yakınlığı,süper manzarası ile bu bölgeye gideceklerin rahatlıkla konaklayabileceği bir tesis olarak aklınızda bulunsun isterim.
Akçakoca'daki çay molamızdan sonra Ereğli üzerinden Zonguldak'a geçtik. Ereğli demek sadece demir çelik fabrikası demek. fabrikanın büyüklüğü şaşırtıcı derecede olsa da eskimiş görüntüsü de bir o kadar şaşırtıcı.
Türkiye'nin kömür deposu olan Zonguldak, klasik bir işçi şehri olduğu her hainden belli oluyor.Burasının dik yamaca kurulmuş bir şehir olduğunu duymuştum ama bu kadarını da beklemiyordum. Öylesine dik, ucu görünmeyen merdivenler var ki, insanlar her gün o merdivenlerden nasıl çıkıp,inerek evlerine gidiyor,hayret etmemek mümkün değil.
Bizim gezimizin asıl amacı farklı yerler keşfetmek, doğa ile iç içe olmak olduğu için burada çok vakit harcamıyoruz. zaten Zonguldak'ta çokta gezip görülecek bir yerler olmadığı ortada. O kadar merdivenleri çıkmayacağımıza göre, sahil şeridinde kısa yürüyüş yapıp, karnımız doyurup yola devam ediyoruz.
Akşam olmak üzere iken Karşımızda muhteşem Amasra...Tamda güneş batmışken tepeden güzel fotoğraflar çektikten sonra merkeze iniyoruz.Artık akşam olduğuna göre taze balık,tabii ki Barbun balığı ve meşhur Amasra salatası eşliğinde rakı keyfi zamanı..
Amasra her şeyden önce çok fotojenik bir yer. Her yerde olduğu gibi, turist sayısının artışına bağlı olarak, doğal, otantik havası kaybolmaya başlamış olsa da insana huzur veren bir havası var. Çarşıda daha çok hediyelik uzakdoğu ürünlerinin satıldığı uzunca bir caddesi bulunuyor. Burada yöresel el emeği ile yapılmış ahşap ürünlerde bulmak mümkün.
Kale içerisine doğru gittiğinizde her köşe başında ağlayan ağaç çay bahçesi tabelası dikkati çekiyor. İnsan ister istemez merak edip, dik yokuşu tırmanmaya başlıyor. Evet çok güzel manzarası olan bir çay bahçesi var ama ağlayan ağaç falan yok ortalıkta.
Amasra'dan ayrılıp İnebolu yoluna doğru devam ediyoruz. Niyetimiz 2-3 saat yol gidip, ondan sonra mola vermek. Yaklaşık 30 dk. gidince Çakraz diye bir tabela dikkatimizi çekiyor ve yönümüzü oraya çeviriyoruz. Sahile vardığımızda denizin güzelliği bizi büyülüyor. Zaten plansız geziyoruz ama Amasra'dan 30 dk. sonra tekrar burada konaklama fikrimize biz bile şaşırıyoruz. Akşama kadar denize girdik ve yukarıdaki Fotoğrafta, karşıdaki yüksek binaların aşağısında görülen, süper manzaralı balık lokantasında, klasik barbun, salata, rakı üçlemesini yaparak günü sonlandırıyoruz.
Ertesi sabah yola devam ederken, yol üzerinde çok eski bir cami dikkatimizi çekiyor. Tarihi camii de olsa bu bahane ile Gürsel'i bir camiye sokup, resmediyorum :)
Sahilden devam edince böyle şirin balıkçı köyleri var ve o kadar doğallar ki insanın buralardaki huzuru başka yerlerde bulması çok zor.
Yol üzerinde bir başka sahil Cafe'si.. Sadece hafif dalga sesleri ve denizdeki ördeklerin sesi var.
Bir başka sahil köyü.. Sanki piknik masalarını bizim için hazırlamışlar. Bizden başka kimse yoktu ve denizin sesini dinleyerek, pikniğimizi yaptık.
Kurtuluş savaşımızda ayrı bir öneme sahip İnebolu ve savaşta gemilerden karaya silah taşıyan kayıkçıların anlatıldığı, kayıkların sergilendiği alan. Burada da büyükçe bir Öğretmenevi var ve biz burada konakladık.
Beni şaşırtan kasabalardan birisi de Abana olmuştur. Sanki bir Avrupa kasabasındaymışız hissi uyandırıyor. Sokaklarda tarihi Abana evlerinin maketleri sergilenmiş ,sahile giden yol sütunlarla süslenmiş ve Şairin Abana hakkındaki sözleri...
Abana'dan Ayancık'a doğru yola çıktık, Ayancığın hangi yancığına gideceğiz diye şakalaşırken bizi, el değmemiş koy dedikleri bu olsa gerek dediğimiz, bir koy manzarası eşliğinde bir köy kahvesinde çay içerken buluyoruz.
İnaltı mağarası Ayancık'a 35 km uzaklıkta, ulaşılması zor bir bölgede. Zaten bizim amacımızda zor olanı yapmak deyip gidiyoruz. Bizi şaşırtıcı güzellikte ve büyüklükte bir mağara karşılıyor. Türkiye'deki bir çok mağarayı görmüş olan bana bile, burayı hiç duymamış olmak yada tanıtım eksikliği, turizmde ne kadar daha çok yol almamız gerektiğini düşündürüyor.
Mağarayı gezip dönüş yolumuzda Sinop tarafına giderken, başka bir güzellik bizi karşılıyor. Akgöl gölü, her tarafı yüksek ağaçlarla kaplı tam bir doğa harikası. Göl etrafında gezintimizi yaptıktan sonra ,akşam yemeğimizi burada yemeğe karar veriyoruz. Nede olsa orman içindeyiz ve ağaç bol. Büyük bir ateş yakıyoruz, etimizi pişirip, bol oksijen eşliğinde rakılarımızı yudumluyoruz.
Dışarda Azgın Dalgalar
Gelir Duvarları Yalar
Seni Bu Sesler Oyalar
Aldırma Gönül Aldırma
Ve insanı iliklerine kadar hüzünlendiren, iç dünyasında geçmişe yolculuğa çıkaran tarihi Sinop Cezaevi, şehrin neredeyse tam merkezinde bulunuyor. İçerisi harabeye dönmüş vaziyette ama yine de, özellikle burada yatanları ve geçmişi düşününce, insana farklı duygular yaşatıyor.
Sinop şaşırtıcı derecede modern bir şehir. Bunda sanırım eski liman şehri olması yanında Amerikan askeri üssünün uzun yıllar burada kalmasının da katkısı olmuştur. "Gölge etme başka ihsan istemem" sözünün sahibi Diyojen'in Sinop'lu olduğunu biliyor muydunuz?. Temiz bir sahil bandı var ve buralarda çok güzel balık lokantaları var. Tabii ki bizde bir akşamımızı bunlardan birinde, taze balık salata, rakı üçlemesi ile sonlandırdık.
Sinop'a 10 km uzaklıkta bir dünya cenneti bulunmaktadır. Buzul aşındırması sonucu oluşmuş ve dünyada kendiliğinden oluşmuş tek koy olma özelliğini taşıyan, Hamsilos koyu. Karadeniz'in hırçın dalgalarına karşın, koy olma özelliğinden dolayı bir havuz dinginliğinde ve yüzmek için ideal bir yer. etrafı ormanlarla kaplı ,tertemiz denizde yüzmenin keyfini tadabilirsiniz. Biz burada olta ile balık tutma çalışmaları da yaptık ama o gün balıkların açık denizlerde yüzme dersleri varmış, koyda değillerdi :)
Sinop'a gelip te Erfelek Şelalelerini görmeyenler, Sinop'u gezdim dememeli. Aynı vadi içerisinde,2 km uzunlukta, ard arda sıralanmış irili ufaklı,28 şelaleden oluşmuştur. Bu özelliği ile dünyada eşi benzeri yoktur. Şelalenin başından sonuna kadar yaklaşık 2 saatlik maceralı ve keyifli yürüyüş sonunda, ev yapımı taze ayran içebileceğiniz bir Cafe sizi beklemektedir.
Sinop gezimizin son gününde, yol arkadaşım Gürsel'in doğduğu köye gidiyoruz. Yol uzun ve bozuk olduğu için, gördüğümüz bir su başında dinlenme molası veriyoruz. Tabii ki buralarda öyle her köşe başında çay içecek yer olmadığından bizde kendi çayımızı demleyerek, temiz dağ havası ve manzara eşliğinde çayımızı yudumluyoruz.
Buralarda köylerin doğal yapısı bozulmamış, insanlar doğal, içten saf Anadolu köylüsü misafirperverliği sizleri mahcup edecek sıcaklıkta. Bizleri güleç yüzü ile karşılayan teyzeye veda ederek, gezimizi burada sonlandırıp, İstanbul yoluna koyuluyoruz..
DÜZCE ŞELALELERİ
Düzce Şelale ve göller açısından oldukça şanslı bir bölgemiz.. Bizde bunlardan Efteni gölü, Güzeldere Şelalesi ve Aydınpınar Şelalesi en büyük ve en güzelleri..
İstanbul'dan günübirlik çok rahatlıkla gelip gezip geri dönmek mümkün ve yaz sıcaklarında aklınıza gelsin derim
KISA BATI KARADENİZ
Uzun aradan sonra gezi notlarıma kısa bir gezinin öyküsünü ekleme enerjisini buldum gibi. Maceralı geçen bu gezimiz, biraz yorucu olsa da güzel manzaralara doyuran cinsinden oldu.
Kabaca gezi rotamızı İstanbul'dan Yedigöller üzerinden Kastamonu'ya, oradan Sinop ve sonrası Amasra ve tekrar İstanbul'a dönüş olarak planladık. Ben biraderim Erkan, Paris'ten gelen kuzenimiz kamil ve onun biraderi Ali'den oluşan ekibimiz yola çıkıyoruz.
Bolu'dan Yedigöller yoluna sapınca ilk süpriz yukarıda ki yol kapalıdır tabelası oluyor. Orada bir bakkala sorduk, yol kapalı mı diye, yok abi açık dedi ya biz tabelayı ciddiye almadan yola devam ettik.
Bir süre sonra arabada kar lastiği olmasına rağmen, gitmek mümkün değil. Kar kalınlığı arttı ve karın altında buz da olduğundan araba patinaj yapıp kalıyor. Ömründe hiç zincir takmamış ekip olarak, biraz zor olsa da zincir takmayı becerip, taktık. Zincirimiz de takılı ya artık kim tutar bizi. Kar kalınlığı iyice artıyor, gitsekte geri dönebilecekmiyiz diye konuşmaya başlarken Yedigöller-Yığılca yol ayrımına geldik. Yedigöller yolu girişinde yine yol kapalı tabelası var ve yoldan kimse gitmesin diye kardan bariyer yapmışlar, geçmek mümkün değil. Yakındaki yol açan Greyder sürücüsüne yol açık mıdır diye sordum, tabelayı görmüyor musunuz dedi, soğuktan sinirleri gerilmiş bir şekilde. Yığılca yolu da kapalı deyince şansımız kalmadı kös kös geri döndük o yolu.
Yedigöllerde pişirmek için aldığımız sucukları ziyan etmeyelim bari diye yok kenarında bir yerde uyduruktan bir ateş yaparak pişirdik. Güzel oldu mu, oldu tabii de soğuktan titreye titreye yemesek daha da güzel olacaktı. Isınmak için viski shot bile yaptık ama nafile.. O derece.
Karnımızı doyurduktan sonra ilk durağımız Safranbolu. Artık akşam olmak üzere olduğundan gündüz gözü ile görelim diye önce kristal teras denen yere gittik. Derin bir vadi üzerine kurulmuş cam teras, manzara seyri için insana hafiften bir adrenalinde salgılatıyor.
İkinci durağımız Safranbolu konaklarına örnek ev olarak, müze haline dönüştürülen kaymakamlar evi. Burada resepsiyondaki kedinin yakından fotoğraflarını çektim. Sonrasında dinlenmek için banka oturunca kedi indi direkt kucağıma çıkıp, yattı. Aslında hayvanlarla arası pek iyi olmayan beni bile şaşırttı. Hayvanlar kendilerini seveni anlarmış derler ama pek anlamıyorlar anlaşılan :)
Hava buz gibi soğuk ama gelmişken biraz sokaklarda gezelim diyoruz. Bu soğuk ve zamansız sezonda bile kalabalık bir Kore'li gurup sokaklarda dolaşıyorlar. esnaf lokum satma telaşında. Her dükkandan önümüze bir tepsi uzatılıyor. Almanız şart değil abi, tadına bakın diyorlar. tadına bakmak için alınca da yarım kilosu 15 tl abi, alırsanız bir şeyler yaparız diyorlar. Artık soğuğun da hızlandırıcı etkisi ile arabaya atlayıp, Kastamonu yoluna koyuluyoruz...
Kastomu'ya varınca artık vakit geç olduğundan kalacağımız yeri görüp, direkt restorana gittik. Günün yorgunluğu ve soğuğunu üzerimizden atmak için kebap-rakı ikilisinin desteğine kendimizi teslim ediyoruz..
Sabah kahvaltısı için yöresel yer aramaktansa kendimizi bildik Mado ya attık. Ortaya böyle görgüsüzler gibi serpme kahvaltı görüntüsü çıktı. uzun kahvaltısı sonrası dolaşmaya çıktık ama üstte ki gibi çeşmeden akan suyun bile donduğu bir hava da nasıl olacaksa ?
Kastamonu ülkemizin en ilginç şehirlerinden. Tarihi yapılar, evler, camiler, medreseler bakımından çok zengin olan bu şehir, sanırım tanıtım eksikliğinden olsa gerek yeterince tanınmıyor. Üsküdar'ın bile Kastamonu sancağına bağlı bir yer olduğunu düşünürseniz, ne kadar zengin bir tarihi mirasa sahip olduğunu anlayabilirsiniz.
Geçen yıl Bulgaristan'ın Filibe kentinde gördüğüm İsmail bey camii ve Türbesinin, zamanında Kastamon'da ki Candaroğulları beyliğinin son bey'i, Fatih Sultan Mehmet'in öz dayısı İsmail bey'in olduğunu da öğrenmiş oldum.
Bu gezi yazısı kültür ağırlıklı olmadığından ayrıntılara girmeyeceğim. Ama tarihi kalede ki top mermisine oturup şehri gözetlediğimi de bilmenizi istedim. bu arasa başka bir tepeye orijinal bir uçağı kafe yapmak için getirmişler. İlginç bir kafe olacağı kesin gibi görünüyor.. Ünlü çekme helva imalatını da canlı canlı izleme olanağı da bulduk.
Bu arada iki anekdot; Mado'da garsona Kastamonu'da ünlü bir kanyon olacaktı adı neydi diye sordum, valla bilmiyorum abi dedi. Oysa Valla Kanyonu dese doğru olacaktı.. Sokakta birisine Osmanlı sarayı olması lazım ne tarafta diye sorduk. Bilmiyorum dedi. nerelisin ki dedim, buralıyım abi dedi. Oysa ki saray bir arka sokakta imiş ve yurdum insanı etrafına maalesef bu kadar Fransız...
Asıl macera yolculuğumuzu Kastamonu- Sinop arasında yaşadık. Erfelek şelalesine gitmek için dağ yolunu tercih edince macera da başlamış oldu. Kar zaman şiddetini artırarak yağıyordu ve yol zaten kalın kar ile çoktan kaplanmıştı. Yaklaşık 4 saat boyunca sürekli ormanlar arasından kıvrıla kıvrıla, bazen de kaya kaya yolumuza devam ettik. Ama zaten mecburen yavaş gittiğimizden hiç tehlike atlatmadık. Yolda kaldık, arabayı iterek ilerledik, başka arabalar da kalmıştı, onları da bekledik ama yine de çok keyif aldık. şehirlerden uzak, hava temiz olduğundan olsa gerek, hayatımda ki en beyaz kar'ı burada gördüm sanıyorum. Doğa o kadar muhteşem güzel ki, yolun tehlikelerini görmedik bile.
bu arada gitmeyi planladığımız İnaltı mağarasına da, Erfelek şelalesine de gidemedik. oraların yolları daha az kullanıldığından olsa gerek, açık değillerdi. Mecburen direkt Sinop'a gittik.
Maceralı yolculuğumuzu bilip merak edenler için, Sinop'a geldik diye ilk fotoğrafı paylaşmıştım. Akşama kaldığımız otelin manzarasını çekmiştim, kar yağışı yoktu. Sabah kalktık ki fena kar yağmış ve yağmaya devam ediyor. Burada mahsur kalırmıyız acaba diye endişe etmedik değil.
Öğleye kadar tarihi Sinop Cezaevi ve Etnoğrafya müzesini gezdik. Hatta cezaevi gezisinde gaza gelip, Sabahattin Ali'nin burada yatarken yazdığı "Başın öne eğilmesin türküsünü bile söyledim.
Sinop sonrası yol planımız sahil yolundan Amasra'ya gitmekti ama bu planımızda olmadı. Sinop Ayancık arasında heyelan nedeni ile bir aydır yol kapalı imiş. Mecburen yine Kastamonu yoluna döndük.
Bu defa yolumuzun üzerinde olan Boyabat'a daha doğrusu Boyabat Kalesine uğradık. M.Ö 7.yüzyılda yapılmış olan kalenin üzerinde bulunduğu dik kayalıklar nedeni ile güzel bir görüntüsü var. Kaleden şehir manzarası var ama şehir güzel olmayınca kale ne yapsın..
Yolumuzu bu kadar uzatınca artık Amasra yerine Zonguldak'a gitmeye karar verdik. Amasra'nın ünlü çok otlu salatası + barbun + rakı üçlemesini bir başka geziye bırakmak zorunda kalmanın üzüntüsünü yaşayarak. Kısmette Zonguldak'ta turşulu salata + mezgit + rakı varmış. Mecburen onlara talim ettik..:)
Son olarak İstanbul yoluna koyulmadan Kozlu'da kahvaltı için ünlü olduğu söylenen bir mekana gittik. Garson Burhan Yıldırım ve Cem Payaslı diye iki çeşit börek var. İlki peynirli , ötesi sucuklu filan, hangisinden istersiniz dedi. Garsona neden isimleri böyle diye sordum..Onlar burada çalışan iki doktormuş, tayin olup gitmişler. O doktorların en sevdikleri ve sık yedikleri böreklere onların adını vermişler..Oradan bütün iz bırakamayan dostlara günaydın diyerek, gezimizin son molasını da bitirmiş olduk..