" Her yer en az bir defa görülmeyi hak ediyor "

ÇANAKKALE

GÖKÇEADA
imroz
  
Gürültü, patırtı olmasın, lüks olmasa da olur diyorsanız, gidilecek yer Gökçeada. Araba ile gitmişseniz, ki arabasız zaten gitmeyin derim, her gün denize girme şansınız mevcut. adanın her tarafında denize girecek yer var, rüzgarın durumuna göre plaj seçiyorsunuz.

Eski adı İmroz olan ada, Lozan anlaşması ile Türkiye'nin olmuş, aslında bir Rum adası. 1974 yılında ilk olarak Trabzon'dan yerleştirilmeye başlanmış Türk vatandaşları ile Türkleştirilmeye başlanmış demek doğru olacaktır.

Çanakkale'nin bir ilçesi ve Türkiye'nin en büyük adasıdır. Ege Denizi'nin kuzeyinde, Saros Körfezi girişinde yer almaktadır. 91 km. kıyı şeridine sahiptir. Adanın batısında yer alan İncirburnu, Türkiye'nin de en batı noktasını oluşturmaktadır.
imroz
imroz
   

imroz
Gökçeada'ya ulaşım İstanbul'dan yaklaşık 3 saatlik mesafedeki Çanakkale Kabatepe'den arabalı feribotlarla yapılmakta. Buradan 1.5 saatlik, hava güzel ise keyifli bir yolculukla ulaşılmakta.
imroz


imroz

imroz
 Feribot Kuzulimanı'na yaklaşınca boş bir adaya geldiğiniz hissi yaşıyorsunuz. Ama zaten adada öyle sıkış sıkış bir durum yok. Türkiye'nin  en büyük ve en sulak adası olmasına rağmen, son yıllarda bilinirliği ve popülerliği artmaya başlamış. Bu iyi bir şey mi derseniz, bilemedim. Klasik hesapsız, plansız, estetikten yoksun yapılanma anlayışımız burada da kendini göstermeye başlamış durumda.
imroz
imroz   
imroz
Gökçeada'da pansiyonculuk çok yaygın bir durum. Biz aslında 2 gün kalır döner başka yerlere gideriz diye planladığımızdan, Kaleköy'de tam denize nazır bir otel ayarlamıştık. Sonrası adayı çok beğenip, burada kalmaya karar verince, 2 günde pansiyonda kaldık. Kaldığımız pansiyon Trabzon'lu bir hemşerimindi. Meyve ağaçları içerisinde çok güzel bahçesi olan, şirin bir yerdi. Ada'ya ilk gelen Trabzon'lulardanmış ve anlattığı ilk yerleşim hikayeleri pekte iç açıcı değildi.
imroz

imroz
imroz
imroz
Zeytinliköy, Dereköy, Tepeköy ve Bademli köyü koruma altında olan köyler. Yüzlerce Rum evi var, inanılmaz bir tarihi miras olarak dünyaya sunulabilir. Son yıllarda bu evlerin asıl sahipleri olan Rumların geri gelerek, evlerini restore edip, yazlık olarak kullanmaya başladıkları söyleniyor. Ama zaten bir eve baktığınızda burası Rum'un mu, Türk'ün mü kolayca anlaşılıyor. O kadar eski taş evleri bizimkiler sağ olsunlar, plastik kapı, pencere ile restore etmekteler!
imroz
imroz
Tepeköy'deki üzüm bahçeleri asıl Barba Yorgo'nun taverna ve şarap evi görülmesi gereken yerlerden. Açıkçası şaraplarını çok beğendim diyemem ama, atmosfer çok farklı. Burada şaraptan çok, mübadelenin oluşturduğu hüznü hala iliklerinizde hissetmeniz mümkün.
imroz
 laz olmasam da bir Karadenizli olarak burada bir laz koyu olduğunu duyunca, görmeden olmaz deyip gidiyoruz. Adanın güneyinde ki bu koya giderken ilk sürpriz bu oluyor. yakınlarında hiç bir yerleşim olmayan geniş bir arazinin ortasında, bizim tekir'de dediğimiz, serander duruyor. Kim neden yapmış, neden orada hiç bir fikir üretemedik. laz koyuna gidiş yolu nede olsa, normaldir dedik :)

Gökçeada belediyesinde zabıta amiri iken emekli olup, o koyda ufak bir cafe açmış, Trabzon Çaykaralı bir hemşerim sayesinde burası laz koyu olmuş. çay, tost, meşrubat gibi şeyler satıyor. başka da bir şey yok. Öyle şezlong, şemsiye gibi şeyler düşünmeyin bile.
 imroz
imroz
Türkiye'nin en batısı olan İnceburun'da sakinlik pik yapmış durumda. Bizden başka kimse yok. Deniz kenarı biraz taşlık olsa da, denizin dinginliği ve temizliği insanı hayrete düşürüyor. Ülkemizin aslında nasılda cennet bir ülke olduğunu bir kez daha düşündürüyor.
imroz




imroz

imroz
 Gökçeada'nın şaşırtıcı bir tarafı daha. itiraf edeyim gidinceye kadar orada bir Tuz gölü olduğunu bende bilmiyordum. Gezi arkadaşım Gürsel sizi selamlıyor :)..Aydıncı / Kefaloz koyu bölgesinde olan bu gölün önündeki plaj Türkiye'nin sayılı Yelken sörfü yerlerinden birisidir

Ayrıca Türkiye'nin ilk ve tek su altı milli parkı Gökçeada Yıldızkoy mevkiindedir. Burada küçük bir anı paylaşayım. Su altı milli parkı olan yer, gözümüze kayaların üzerinden olta ile balık avlamak için çok uygun geldi. Oltaları çıkarıp sallamaya başladık. Oradan birisi geldi, siz ne yapıyorsunuz? burada olta bile olsa avlanmak yasak ve çok cezası var. Sahil güvenlik görürse, oltaları falan atıp, resmen kaçın dedi. Biz biraz şaşkınlık, birazda milli  park ama balık yok ki diyerek vazgeçiyoruz.
imroz
Ve dönüş vakti...Eğer gece eğlencesi, gündüz koşturması peşinde olmayıp, gündüz kafa dinleyip, akşamda ufaktan rakı-balık yapsam bana yeter diyorsanız.. Hiç düşünmeden yolunuz Gökçeada olsun. benden söylemesi..


BOZCAADA

bozcaada
Öncelikle Bozcaada'ya nasıl ulaşılacağını anlatayım. Çanakkale yönünden gelirseniz Çanakkale'den sonra yaklaşık 40 km sonra Bozcaada yol ayrımından devam edip Geyikliye ulaşıyorsunuz. İzmir yönünden gelenler ise Ezine'den dönüp Bozcaada gemisinin kalktığı geyikli iskelesine ulaşabilirler. Geyiklide çay bahçeleri,ve güzel birde plaj var gemi sırası beklerken hoşça vakit geçirebilirsiniz.
bozcaada

bozcaada
 Geyikliyi arkamıza alarak yolculuğa başlıyoruz. Geyikli Bozcaada yaklaşık 25 dk. sürüyor. Eğer bizim gibi dalgasız bir güne denk gelirseniz, keyifli bir yolculuk yapıyorsunuz.
bozcaada

bozcaada

bozcaada

 Adaya yaklaşmaya başlıyoruz. Karşımızda bizi karşılayan Bozcaada Kalesi ve sonrası Geminin yaklaştığı ve adanın merkezi de olan limanda gemiden iniyoruz.
bozcaada

bozcaada
bozcaada
  Merkez o kadar küçük ki yarım saatte her tarafını geziyoruz. Eski Rum kültürünün hakim olduğu sokakları, beyaz renkli eski evleri ile hoş bir atmosferi var. Balkonlarından çiçekleri sarkmış, taş evinin önünü ve cumbalarını saksılarla gökkuşağına çevirmiş sokaklarıyla Rum Mahallesini sevmemek ne mümkün.
                        
bozcaada

bozcaada
 Bozcaada demek aslında şarap demek desek yalan olmaz. Üzüm bağları, şarap festivali ile haklı ününe kavuştuğunu kabul etmek lazım. Merkezden biraz uzaklaşmaya başlayınca zaten her taraf üzüm bağları ve bağ evleri ile dolu. O kadar keyifli görünüyorlar ki insana emekli ol da gel bu işle ömrünü tamamla hevesi veriyor.
bozcaada
  
bozcaada
Türkiye'de denize girilebilen hemen her yerde denize girmişimdir. En çok nerede üşüdün derseniz, işte burada, Bozcaada Ayazma plajında. Temmuz başı olmasına rağmen, insan tırnağının etten ayrılacağını düşünecek kadar üşür mü derseniz, evet üşür. havanın güneşli ve sıcak olmasına rağmen, bir deniz bu kadar mı soğuk olur arkadaş. Ben ki serin suda yüzmeyi aslında daha çok seven birisiyimdir. Demem o dur ki, Yüzme tatili için Bozcaada'ya gidecekseniz, bir daha düşünmenizde fayda var.
bozcaada
                                                     Bozcaada şaraplarının en ünlüleri
bozcaada

bozcaada

bozcaada

bozcaada
  Bozcaada'nın aslında en keyif aldığım bölümü, Polente Feneri’nde yani Rüzgar Gülleri’nde Şarap içerek güneşin batışını izlediğimiz bölüm. Burası adanın elektriğini üreten rüzgar güllerinin olduğu, aslında güvenlik için normalde girişin yasak olduğu bir bölge. Ama bir rivayete göre Türkiye'de güneşin en son ve en güzel battığı yer olarak kabul edildiğinden, akşam güneş batmaya yakın girişler serbest bırakılıyor. Yukarıda ki fotoğrafta da görüldüğü gibi, pek çok kişi bu manzarayı izlemek için buraya geliyor.
bozcaada
Güneşin batışını izlemek için oralara gitmeye değer mi derseniz, evet değer. Hele ki yanınıza güzel birde şarap alırsanız, hafif rüzgarlı havada, değmeyin keyfinize..

bozcaada

Manzara ve güneşin batışı o kadar güzel olduğunu buradan anlayın. Manzarayı kaybetmeyeyim diyenler, kendileri bile kaybedebiliyorlar :)

 bozcaada
bozcaada
 Akşam olunca Bozcaada'da ne yesek derdi çok yok. Adı üstünde ada olduğu için tabii ki menüde balık var. Bizde yalandan menüye baksak da balıklarımızı ve şarabımızı sipariş edip, güzel günümüzü sonlandırıyoruz. Ama şunu da belirteyim de sonra şaşkınlık yaşamayın. Ada olduğu için balık fiyatları ucuz olu diye düşünme yanlışına düşmeyin. Aslında Bozcaada 'da her şey olduğu gibi, balık ve şarap fiyatlarında abartılı bir fazlalık var. Nasılsa gelmişler, ne koparırsak kardır diyen bir esnaflık hakimiyeti var gibi geldi bana...

 Bozcaada'da konaklamak için pansiyonlar ve daha çok butik oteller var. Bozcaada yazısı yazıp da, meslektaşım olan sevgili arkadaşım Ayşen Erduran'ın ortağı olduğu ve işlettikleri, konaklayan tüm arkadaşların da öve öve bitiremedikleri mavikargabozcaada butik otelinden bahsetmeden geçemeyeceğim. Gitmeden önce mutlaka rezervasyon yaptırmalısınız. Özellikle hafta sonları yer bulmakta zorlanabilirsiniz. Pişman olmayacağınızı garanti ederim. Bu blog ilk defa reklam da yaptım ya :)

Gün batımından bir bölüm...


İĞNEADA

 
İstanbul'a yakın olan ve günübirlik yada hafta sonu gezisi için gidilebilecek güzelliklere olan gezmelere turumuzda İğneada'dayız. Karadeniz'in en batısında ki bu şirin bölgeye İstanbul'dan 250 km kadar yol alarak gidiliyor. Yolun som 50-60 km.lik bölümü orman içerisinden olduğu için,oldukça keyifli bir yol.Otoban'dan Çerkezköy sapağına kadar hiç sapmadan gidebilirsiniz.Sonra sırası ile Saray/Vize/Demirköy/İğneada rotası ile yaklaşık 3, 3.30 saatte İstanbul'dan, İğneada'ya varabiliyorsunuz.
   Yol üzerinde çay molası verdiğimiz bir lokantanın bahçesinde,tandır yakmaya başlamışlardı. Dönüşte aynı yoldan gelseydik,tandırda kuzu yemek molası vermeyi planlamıştık ama , Kıyıköy tarafından dönünce,bu şansımız olamadı.
 
  İğneada'ya gittiğimizde en dikkatimi çeken şey yaklaşık 20 km uzunluğunda ki kumlu sahil şeridi yani plajı idi. Ama maalesef Karadeniz sahil şeridi olmasının hayal kırıklığını burada yaşadık. Rüzgar ve dalgalar o kadar sertti ki, denize girmek mümkün değil. Rüzgarsız,dalgasız bir zamana denk getirip, orada, o uzun kumsalda, insanın içerisine işleyen özgürlük duygusu ile denize girememek içimde uhde kalmadı değil.

    İğneada'dan batıya doğru devam edince,Bulgaristan'la sınırda olan bir köyümüz olduğunu öğreniyoruz. Zaten denize girememişiz, arabayı Türkiye'nin en batısında ki sınır köyümüze doğru sürüyoruz. Yüksek ağaçların yolu kapladığı,yolun biraz bozuk ta olsa,keyifli olduğu 20-25 dk.lık bir yoldan sonra, en batı Türk köyü olan Beğendik Köyüne geliyoruz. Bizi taraf küçük bir balıkçı köyü havasında ama karşı tarafta ki Bulgar köyü oldukça kalabalık ve daha zengin bir köy görüntüsünde. Sınırdaki askerlerimizle kısa bir sohbet edip, geri döndük.


    daha önce ki Bozcaada gezimizde, Türkiye'de güneşin batışının en güzel yerlerden birisinin orası olduğunu yazmıştım. İğneada da balıkçı limanı eşliğinde ki güneşin batışı manzarası da hiçte yabana atılır gibi değil.
  İğneada'da yeni yapılan 5 yıldızlı bir otel var. Onun haricindeki otellerin kalitesi biraz alt seviyelerde. Biz zaten denize yakın bir yere çadır kurma planı ve malzemeleri ile gittiğimizde otellerle işimiz olmadı. İğneada merkez ile liman arasında çadır kampı var ama  çok kalabalık,gürültülü ve pis görünüyor. Yani pek iç açıcı değil. İğneada girişinde hemen sağ tarafta eski DSİ kampı gibi bir yer var. Önündeki deniz sığ gibi ve 100 m kadar karşıda deniz kenarında çimen ve ağaçlar var. Biz orada gecelemeyi göze kestiriyoruz. Sahilde kuma batıp,traktör çağırarak arabamızı çektirme macerası yaşasak da, vazgeçmiyoruz.etraftan dolaşarak, derin sulardan geçerek,yine aynı yere ulaşıp kampımızı kuruyoruz.
  kamp yaptığımız yerdeki güneşin batış manzarası da hiçte fena değil. Bir tarafımız denizi bir tarafımız gölet,karşımızda İğneada.. Süper bir yerde kamp yapma becerisini göstermişiz yani.
  
    Çadır kamp yapmanın en güzel tarafı, kimsenin bir yere acelesi olmaması. Uykusu gelen gider uyur. Biz ateşin ağaçlardaki ışık yansımasının, bizleri de şaşırtan güzelliği eşliğinde, rakımızı yudumlarken, gittikçe bir koroya dönüşmüş bir halde,  türkülerimizi söylüyoruz.

   Sabahın muzur esprisi de bu.. Sabaha kadar o kadar yer içersen, bu kadar yaparsın işte muhabbeti..
  İğneada'yı görmemek , uzun kumsalında, dalga eşliğinde yürümemek,İstanbul'da yaşayanlar için bir eksikliktir diyorum. Yolunuz düşerse değil, düşürerek bir dolaşın derim

BÜKREŞ



    Temmuz sıcağında Bükreş'e gitmenin ciddi bir hata olduğunu belirterek yazıma başlamak isterim. Bize göre daha kuzeyde olduğundan o kadar sıcak olmaz diye düşünmüştüm ama, İstanbul sıcağı oranın yanında serin kalır. Şehir bildiğin pişiyor ve öyle akşam olup,güneş batsa da gıdım serinlemiyor.
  Sabiha Gökçenden Bükreş yolculuğu 1 saat sürüyor. Uçak kalkıp,siz uyuma pozisyonunuzu ayarlayana kadar,inişe geçiyoruz, kemerleri bağlayın,koltukları dik tutun anonsu başlıyor. O derece kısa bir yolculukla Bükreş Otopeni havaalanına iniyoruz. İlk iş biraz para bozdurmak., Romanya Avrupa Birliğine geçmiş olsa da hala daha kendi paraları olan levi kullanıyorlar. 1 euro  havaalanında 4.2 lev, şehirdeki döviz bürolarında 4.5 lev. levi 0.7 ile çarpınça yaklaşık tl olarak aklımızda tutuyoruz.
  Havaalanında çıkıştan sonra alt kata inip,şehir merkezine gideceğimiz otobüse biniyoruz. Burada bilet satış ofisi var ve dönüşte de kullanırız diye, bir bilete 9 lev'e 4 defa biniş kontörü yükletiyoruz. Dönüşte kullanmadık gerci, o ayrı bir macera oldu, sonra sıra ona da gelecek. Otobüsle şehir merkezi yaklaşık yarım saat sürüyor. otobüsün kliması falan yok ve iğrenç bir sıcak. Ayrıca nedense otobüslerin camları buğulu cam gibi ve dışarısı net görünmüyor, neden öyle bir şey yapmışlar akıl erdirmek mümkün değil.



  Bükreş'te bütün doğu bloku ülkelerde olduğu gibi ilk dikkati çeken şey, görkemli binalar.Özellikle Old Town denilen şehrin ana merkezine ulaştıkça bu binaların heybeti insanı şaşkına çeviriyor. halkın ne kadar yoksulluk içerisinde yaşadığını görüp,öğrendikçe, bu yapılara bakarken insanın aklı biraz karışmıyor değil.

Romanya National Müzesi,Old Town da bulunuyor ve her tarihi bina gibi burasıda görkemli bir bina. Binanın merdivenlerindeki kucağında kurt bulunan çıplak adam heykelinin, müzeden daha çok ilgi çektiği ortada. Yoldan geçenler yakından bakıp,fotoğraf çektiriyorlar. Müze içerisi bizi biraz hayal kırıklığına uğratıyor.Ana bölümde Roma imparatorluğu döneminden kalma duvar süslemeleri dolu ve çokta fazla değiller. Alt katta yukarıda örneği de bulunan, daha çok altın ve değerli taşlardan yapılmış tarihi süslemeler ve askeri araçlar sergilenmiş.
  Müzenin tam karşısında çok güzel bir yapı var. Biz acaba burası ne müzesi diye merakla binanın önüne gittik ki, burasının bir banka binası olduğunu hayretle gördük. Daha sonra dikkatimizi çekti ki aslında bir çok tarihi bina bankalarca alınmış ve muhtemelen genel merkezleri olarak kullanılmakta.
  
   Bükreş'in simgesi olmuş, israf abidesi,yoksulluk abidesi olmuş,1100 odalı ( Bir yerlerden tanıdık mı geldi? ), Parlamento binası.  Guinness Rekorlar Kitabı'na göre, dünyanın en büyük sivil yönetim, en pahalı yönetim ve en ağır binasıdır.1 milyon metre küp mermer, 480 şamdan ve 1,409 avize için 3,500 ton kristal, 700,000 ton çelik, 900,000 m³ ahşap; değişik boylarda toplam 200,000 m² yün halı kullanılmış.Binanın yapıldığı alanda 30.000 ev yıkılarak  inşaat yapılmış. Rehberin söylediğine göre zamanında 5 milyon olan Romanya'da yaklaşık 1 milyon kişi herhangi bir nedenden dolayı, bu sarayın inşaatında bir şekilde çalışmak zorunda kalmışlar.
   Biz sarayın gezilere açık olan ve aslında çok küçük bir bölümünü 1.5 saatte gezdik ve rehberimize göre 1.5 km yürüdük.Sarayın sadece dış çevresini dolaşmak 4 km imiş. Büyüklüğünü düşünün artık.Yüksek tavanlı, neredeyse tamamen mermerle kaplı duvarları olan büyük salonlarla dolu, tam bir israf sarayı olmuş.
   Sarayın girişinde güzel bir resim ve modern sanatlar müzesi de yapmışlar. Sarayı gruplar halinde ve rehber eşliğinde gezdirdiklerinden, sıranızı beklerken burayı gezme vaktiniz oluyor. Güzel resimlerde mevcut.


Çavuşesku'nun halka konuşmalarını yaptığı büyük balkonda Selfimi çekerek, Saray notlarımı sonlandırıyorum..


  Bükreş'in gezilecek yer açısından sıkıntılı olması ve sıcağında etkisi ile kendimize farklı bir gezi yeri araştırmaya başladık. 3 saatlik tren yolculuğunu göze alarak, Tarihin en vahşi hükümdarı, Kazıklı Voyvoda'nın Şatosunu görmeye gidiyoruz.Osmanlılar tarafından Kazıklı Voyvoda, kendi milleti Ulahlar tarafından Tepeş (cellat), Macalarlar tarafından ise Drakul (şeytan) olarak adlandırılan III.Vlad,aslında Osmanlı saraylarında yetişmiş, daha sonra Osmanlıya bela olmuş bir hükümdar.III.Vlad, kazığa geçirdiği insanların oluşturduğu bir dairenin ortasında saray halkı ile beraber yemek yemekten büyük zevk alırmış. Özellikle de Türkleri bu işkenceyle öldürmek onun için bir tutku haline gelmiş. Eline Türk esirler geçince, ayaklarındaki derinin yüzülmesini, açığa çıkan etin üzerine tuz dökülmesini ve ızdırabın artması için keçilere yalatılmasını emredermiş.Vlad Drakul, kan dökücülüğü sebebiyle vampir olarak efsaneleşmiş ve filmlere konu olmuştur. 
 
 Şatoda ki işkence araçlarından birisi. Her tarafı çivi dolu sandalye ve arkasında mengene var. Oturtulan kişi mengene aracı ile yavaş yavaş sıkılıyor ve çiviler kendisine batıyor.

 Düzeneği görünce basit bir tartı sanmıştım. Oysaki aslında o bir şeytan ölçer tartısı imiş. İnanışlarına göre şeytan kılığına girmiş insanlar,normal insanlardan daha hafif olurmuş. Bu tartı ile şüphelendikleri kişi ile güvendikleri aynı kilolardaki iki kişiyi tartarak, şeytanı bulmaya çalışırlarmış.
Şatodaki odaları gezerken, oradaki karyolanın ufaklığı dikkatimi çekiyor.Ufak bir araştırma ile aslında o kadar anlı şanlı ve de kanlı hükümdarların aslında ortalama 1.60 boyunda olduklarını öğreniyorum.Şatoda ki merdivenlerin darlığı ve tavanlarını alçaklığı, rahatsız edecek kadar ufak olması, zaten bunu kanıtlar düzeyde. Ama Şatonun konumu muhteşem, korunaklı ve manzaralı bir tepede.
 
 Brasov'a gitmek için gittiğimiz tren garında ki, kapalı olsa da Mehmet Efendi Cafe, bizden bir şey olarak gözümüze şirin görünüyor.
  Romanya'nın köylerinin bu kadar yeşillik olduğunu bilmezdim. Trenle giderken bazen o kadar büyük ayçiçeği ve mısır tarlaları var ki, ucu gözükmüyor. Bizim Trakya'da ki ayçiçeği tarlaları bunların yanında minyatür kalır.






   Romanya'da Transilvanya denilen bu bölgenin sakin, şirin bir şehri Brasov, Bükreş'ten trenle yaklaşık 3 saatlik mesafede ve tren ücreti 50 lev. Teleferikle Brasov yazan tepeye çıkıp,şehir manzarası seyrettik. Brasov yazısının V sinin yanında seyir balkonu var :)

  Brasov içerisinde dolaşırken küçük bir şehirdeymişiz hissi veriyor ama, tepeden bakınca pek de küçük bir şehir değilmiş. Burası aslında kayak merkezi olan, kış turizmi yeri. Türkiye'den de son yıllarda kayak için buraya çok kişinin geldiğini öğreniyoruz.
  





  Gelelim Bükreş'in en ünlü Restoranına..Akşam yemeği için buranın en ünlü Restoranı olan Caru'cu Bere de bir akşam yemek yemezsek olmaz dedik. Kapıya gittiğimizde insanlar kuyrukta bekliyordu ve aslında çoğunun rezervasyonu vardı. Biz çat kapı geldiğimizden, önce dışarıda oturtmayı teklif ettiler ama hafif ısrarımızla içeride yer ayarladılar. Aslında yemeklerde pek bi numara yok ama ortam insanı şaşırtıyor. Çok büyük ve iki katlı bir konak gibi yeri, o kadar güzel süslemişler ki,insan hayran kalıyor. Menü diye getirilen şey resmen 4 sayfalık,gazete boyutunda basılmış ve insan ne yiyeceği konusunda şaşırıp kalıyor. Sanırım 500 kişi civarında müşteri aynı anda yemek yiyordur. Arada restoranın ortasında kısa süreli müzik ve dans gösterileri de yapılıyor. 2 kişi çorbalar, et yemekleri ve biralar dahil, bizim para ile 90 tl gibi bir hesap geldi. Yani lüks ve şatafata göre abartılı bir fiyat söz konusu değil.



  Avrupa'nın bir çok yerinde olduğu gibi burada da bira sudan ucuz. Bununda etkisi varımdır bilemiyorum ama herkes sürekli bira içiyor. Sıcağında etkisi ile hayatımda içmediğim kadar bira içtim. Bir çok bira markası var ve sanırım hepsinin tadına bakmışımdır. Marketlerde 3-3.5 lev ( 2-2.5 tl )  olan biralar, cafelerde 6 ila 12 lev arası (4-8 tl ) arası değişiyor.
 

  Sıcaktan olsa gerek,burada Limonata kültürü de çok yaygın. İnsanlar Bira kadar olmasa da bol bol limonata içiyorlar.Çoğu 1 lt olarak hazırlanıyorlar ve 8-12 lev arası fiyatları var. Ben kendi içtiklerimden örnekler paylaştım.
    Romanya bize göre nispeten ucuz bir ülke ama burada en büyük sorun taksilerle yaşanıyor. Taksimetre var ama onu takan yok. Yabancı olduğunuzu anladıklarında fahiş fiyatlar isteyebiliyorlar ve pazarlık yeteneklerinize kalıyor. Brasov'dan Voyvoda'nın Şatosuna normalde otobüsle gidecektik. Otobüs terminaline gitmek için bindiğimiz taksici,ben götüreyim dedi ve 150 lev den başlayan pazarlık,100 leve kadar düştü. Son gün havaalanına dönerken sıcakta otobüsle uğraşmayalım diye bindiğimiz taksici, normalde taksimetre en fazla 40 lev yazacak yol için 200 lev istedi. Taksiden indik ve otobüs durağına yürürken başka bir taksi geldi ve 60 leve götürmeyi teklif etti ve onunla gittik. farklar bu kadar açık olabiliyor.
    Son olarak bir maceramızı da paylaşmak isterim siz siz olun yurt dışında pasaportunuza gözünüz gibi bakın. Son gün uçağımız saat 17 de ve saat 11 gibi otelden ayrılamaya hazırlanırken, kuzenim panikle pasaportum yok dedi. Allaaah, çantaları delik deşik ettik, evet yok. Bir önceki akşam son nerelerde oturduk,oralar hatırladık, telefonlarını bulduk ve resepsiyondan oralara telefon ettirip sordurduk, yok diyorlar.Artı ümidimiz bitti ve ne yapmamız lazım diye araştırdık. Poliste tutanak tutturup, Türk elçiliğe gidip, yol belgesi gibi bir şey almamız lazımmış.İnşallah uçağa yetişiriz kaygısı ile taksi çağırıp, bizi en yakın polis merkezine götürmesi için bindik. Taki tesadüf bu ya, akşam en son oturduğumuz Cafenin yakınından geçiyorken,içimden geldi, Berna taksiyi durdur, ben bekleyeyim, sen bir cafeye bakta gel dedim. Taksici söylenerek durdu, Berna bir koşu gitti ve süpriiiz, Pasaport orada imiş. Adamlar telefonda niye ise,yok demişler. Allah sevdiği kulunun eşeğini önce kaybettirir sonra buldururmuş misali oldu..
    Son olarak, Bükreş düşünenler, yaz aylarında mümkünse düşünmeyin. Ayrıca şehir,kültür gezisi için 2 tam gün yeterli olacaktır. Buradan bu kadar...

Sapa-Vietnam

vietnam

Vietnam'a yapılan gezilerde genellikle öne çıkan ve tercih edilen iki şehir Hanoi ve Ho Chi Minh, ancak bence kesinlikle vakit ayırılması gereken yerlerden biri ülkenin kuzey batısında kalan Sapa bölgesi.
Hanoi şehrinde konaklarken tanıştığımız iki İspanyolun tavsiyesi üzerine spontane olarak bir akşam bilet alıp Hanoi'den Sapa'ya doğru yola çıkıyoruz. Yola çıkmadan İspanyolların Sapa'da kaldığı aileyi arayıp ertesi sabah orada olacağımızı haber veriyoruz. Otobüs biletleri yaklaşık 15$ ve yolculuk 7 saate yakın sürüyor. Vietnam şöförleri biraz maceracı- Hanoi'deki çılgın trafiği gördüğünüzde anlayacaksınız- ancak gece otobüsleri uyumak için oldukça rahat.
vietnam
                                                                     Sleeper Bus- gece yolcıluğumuz
Sabah 6 gibi Sapa'ya varıyoruz ve otobüs durağında birçok yerli kadın olduğunu görüyoruz bunun sebebi buradaki önemli geçim kaynaklarından birinin gelen turistlere konaklama sağlamak ve trekking rehberliği yapmak olması. Bu yüzden gitmeden önce kalacak bir ev ayarlamamış olsanız bile otobüs durağında tanıştığınız kadınlardan biriyle anlaşabilirsiniz. Otobüsten inip ev sahibemiz Nu'yu buluyoruz, bizi karşılamaya sırtına bağladığı 2.5 yaşındaki dünya tatlısı oğluyla gelmiş oluyor. Beraber merkezde bir yere kahvaltı yapmaya gidiyoruz. Vietnam'lılar kahvaltı/öğle/ akşam yemeği farketmeksizin sürekli Pho(noodle çorbası) yiyorlar ama her zaman alternatif bir şeyler bulmak mümkün. Kahvaltı yaparken Nu'nun çocuğuna çantamdan bir çikolata çıkarıp veriyorum, ve ilk yaptığı şey çikolatayı annesiyle paylaşmak oluyor, ve bu küçük hareketiyle gönlümü çalıyor. Kahvaltıda Amerikalı bir grupla tanışıyoruz ve aynı köye gideceğimizi öğrendikten sonra hep beraber yola koyuluyoruz.
vietnam
Maria-Ben-Sokaktan geçen ve bizle fotoğraf çektirmek isteyen rastgele bir kadın(Asya'da bu durum çok yaygın)-Nu ve oğlu

Sapa'nın merkezi dağların ortasında düz bir alana kurulmuş büyükçe bir kasabayı anımsatıyor, dağlarda farklı etnik gruplara ait birçok köy var,buraya dair benim ilgimi en çok çeken şeylerden biri de bu etnik çeşitlilik oldu. Komşu köylerin birbirinin dilini konuşmuyor, farklı dinlere inanıyor oluşu(bazıları Budist, bazıları Hrıstiyan) bölgede sentez bir kültür yaratmış. Bizim kalacağımız köy merkezden 4-5 saatlik yürüme mesafesinde, ancak dağ yolu o kadar güzel ki, zamanın nasıl geçtiğini farketmiyorsunuz.
vietnam

Yöresel kıyafetleriyle köy kadınları

vietnam
Yol üzerindeki buna benzer onlarca kenevir tarlası görüyoruz ve Nu bize bitkilerin tohumlarını boya olarak kullandıklarını, esrar olarak tüketmediklerini söylüyor (ve muzipçe gülüyor)
vietnam
Yol üzerinde yemeklik bir şeyler almak için bir bakkalda duruyoruz ve akşam yemeği için yılan temizleyen bu kadınla karşılaşıyoruz. Burada hayvancılığın pek yaygın olmadığını söylememe gerek yok sanırım :)
vietnam
Uzun yürüyüşümüz ardından köye varıyoruz, ve bizi evin tavukları karşılıyor. Evin içerisi oldukça basit, mobilya denebilecek tek şey alçak bir masa ve yanındaki tahta oturak. Nu bize evi sıfırdan kocasıyla birlikte inşa ettiklerini anlatıyor.
vietnam
Öğle yemeğini hazırlaması için Nu'ya yardım ediyoruz. 

Nu İngilizceyi tamamen tek başına öğrenmiş bu yüzden okumayı ve yazmayı bilmiyor ancak köydeki diğer kadınlara göre konuşması oldukça düzgün. Daha önce hiç Türkiye'den birini görmemiş, İstanbul'dan olduğumu söylüyorum ve bana İstanbul'un bir şehir mi yoksa kasaba mı olduğunu soruyor.
vietnam

vietnam
Evin 3 tane çocuğu var ve hepsi birbirinden bıcırık.Tozun toprağın arasında yalınayak koşturup duruyorlar ve bana şehirde büyüyen çocuklar burada olsa kesin bir sakatlık çıkar veya hasta olurlar diye düşündürüyorlar.

vietnam

Bölgedeki en önemli tarım ürünü tabiki pirinç ve her evin kendine ait bir pirinç terası var.Neredeyse sürekli yediğim pirincin nasıl yetiştiğine dair hiç bir fikrimin olmadığını farkedip garip hissediyorum. Büyük toplumlarda doğadan ne kadar uzaklaştığımızı bir kez daha hatırlatıyor. Önümüze gelen şeyleri sorgusuz sualsiz tüketirken arkasındaki hikayeyi ve insanları görmezden geliyoruz sanırım.
vietnam
Kaldığımız evin manzarası

Nu bizi kendi tarlasına götürüyor ve pirinci nasıl ekmemiz gerektiğini gösteriyor. Çıplak ayakla tarlaların içerisine giriyoruz ve dibini görmediğimiz çamurlu sulardan çıkan bir kaç devasa yengeçle biraz tedirgin oluyoruz. Nu'ya 1-2 saat kadar yardım edip bölgeyi keşfetmeye çıkıyoruz, civarda çok sayıda trekking rotası var ancak bazı rotalara rehbersiz gidilmemesi gerekiyor, geçen yıl Amerikalı bir gezginin kaybolduğunu söylüyorlar. 

vietnam
Sabah kahvaltımız, muz, toz şeker ve krepler.

vietnam
Kadınlar bu kıyafetleri yaparken kumaş boyası olarak bölgedeki bitkileri kullanıyorlar ve her kadın yılda sadece 1 takım giysi yapıyor. İster istemez indirim sezonunda alışveriş merkezi çılgınlıklarıyla bunu kıyaslıyorum.

Özet olarak yeni tecrübeler için konforunuzdan biraz vazgeçmeye razıysanız, Sapa asla pişman olmayacağınız bir yer. Burada günlerinizi uzun yürüyüşler yapıp sıcakladığınızda önünüze çıkan şelalelerden birinde serinleyerek(evlerde banyo gibi bir imkan olmadığını da göz önünde bulundurarak), doğanın tadını çıkarıp yerlilerek kaynaşarak rahatlıkla geçirebilirsiniz.

vietnam
Son olarak dönüş otobüsümüzü beklerken egg coffee denilen ve yumurtanın beyazı kullanılarak hazırlanan kahvemizi içiyoruz.Biraz şekerli ama oldukça lezzetli. Eğer kahve seviyorsanız Vietnam bu konuda gerçek bir cennet!