" Her yer en az bir defa görülmeyi hak ediyor "

BÜKREŞ



    Temmuz sıcağında Bükreş'e gitmenin ciddi bir hata olduğunu belirterek yazıma başlamak isterim. Bize göre daha kuzeyde olduğundan o kadar sıcak olmaz diye düşünmüştüm ama, İstanbul sıcağı oranın yanında serin kalır. Şehir bildiğin pişiyor ve öyle akşam olup,güneş batsa da gıdım serinlemiyor.
  Sabiha Gökçenden Bükreş yolculuğu 1 saat sürüyor. Uçak kalkıp,siz uyuma pozisyonunuzu ayarlayana kadar,inişe geçiyoruz, kemerleri bağlayın,koltukları dik tutun anonsu başlıyor. O derece kısa bir yolculukla Bükreş Otopeni havaalanına iniyoruz. İlk iş biraz para bozdurmak., Romanya Avrupa Birliğine geçmiş olsa da hala daha kendi paraları olan levi kullanıyorlar. 1 euro  havaalanında 4.2 lev, şehirdeki döviz bürolarında 4.5 lev. levi 0.7 ile çarpınça yaklaşık tl olarak aklımızda tutuyoruz.
  Havaalanında çıkıştan sonra alt kata inip,şehir merkezine gideceğimiz otobüse biniyoruz. Burada bilet satış ofisi var ve dönüşte de kullanırız diye, bir bilete 9 lev'e 4 defa biniş kontörü yükletiyoruz. Dönüşte kullanmadık gerci, o ayrı bir macera oldu, sonra sıra ona da gelecek. Otobüsle şehir merkezi yaklaşık yarım saat sürüyor. otobüsün kliması falan yok ve iğrenç bir sıcak. Ayrıca nedense otobüslerin camları buğulu cam gibi ve dışarısı net görünmüyor, neden öyle bir şey yapmışlar akıl erdirmek mümkün değil.



  Bükreş'te bütün doğu bloku ülkelerde olduğu gibi ilk dikkati çeken şey, görkemli binalar.Özellikle Old Town denilen şehrin ana merkezine ulaştıkça bu binaların heybeti insanı şaşkına çeviriyor. halkın ne kadar yoksulluk içerisinde yaşadığını görüp,öğrendikçe, bu yapılara bakarken insanın aklı biraz karışmıyor değil.

Romanya National Müzesi,Old Town da bulunuyor ve her tarihi bina gibi burasıda görkemli bir bina. Binanın merdivenlerindeki kucağında kurt bulunan çıplak adam heykelinin, müzeden daha çok ilgi çektiği ortada. Yoldan geçenler yakından bakıp,fotoğraf çektiriyorlar. Müze içerisi bizi biraz hayal kırıklığına uğratıyor.Ana bölümde Roma imparatorluğu döneminden kalma duvar süslemeleri dolu ve çokta fazla değiller. Alt katta yukarıda örneği de bulunan, daha çok altın ve değerli taşlardan yapılmış tarihi süslemeler ve askeri araçlar sergilenmiş.
  Müzenin tam karşısında çok güzel bir yapı var. Biz acaba burası ne müzesi diye merakla binanın önüne gittik ki, burasının bir banka binası olduğunu hayretle gördük. Daha sonra dikkatimizi çekti ki aslında bir çok tarihi bina bankalarca alınmış ve muhtemelen genel merkezleri olarak kullanılmakta.
  
   Bükreş'in simgesi olmuş, israf abidesi,yoksulluk abidesi olmuş,1100 odalı ( Bir yerlerden tanıdık mı geldi? ), Parlamento binası.  Guinness Rekorlar Kitabı'na göre, dünyanın en büyük sivil yönetim, en pahalı yönetim ve en ağır binasıdır.1 milyon metre küp mermer, 480 şamdan ve 1,409 avize için 3,500 ton kristal, 700,000 ton çelik, 900,000 m³ ahşap; değişik boylarda toplam 200,000 m² yün halı kullanılmış.Binanın yapıldığı alanda 30.000 ev yıkılarak  inşaat yapılmış. Rehberin söylediğine göre zamanında 5 milyon olan Romanya'da yaklaşık 1 milyon kişi herhangi bir nedenden dolayı, bu sarayın inşaatında bir şekilde çalışmak zorunda kalmışlar.
   Biz sarayın gezilere açık olan ve aslında çok küçük bir bölümünü 1.5 saatte gezdik ve rehberimize göre 1.5 km yürüdük.Sarayın sadece dış çevresini dolaşmak 4 km imiş. Büyüklüğünü düşünün artık.Yüksek tavanlı, neredeyse tamamen mermerle kaplı duvarları olan büyük salonlarla dolu, tam bir israf sarayı olmuş.
   Sarayın girişinde güzel bir resim ve modern sanatlar müzesi de yapmışlar. Sarayı gruplar halinde ve rehber eşliğinde gezdirdiklerinden, sıranızı beklerken burayı gezme vaktiniz oluyor. Güzel resimlerde mevcut.


Çavuşesku'nun halka konuşmalarını yaptığı büyük balkonda Selfimi çekerek, Saray notlarımı sonlandırıyorum..


  Bükreş'in gezilecek yer açısından sıkıntılı olması ve sıcağında etkisi ile kendimize farklı bir gezi yeri araştırmaya başladık. 3 saatlik tren yolculuğunu göze alarak, Tarihin en vahşi hükümdarı, Kazıklı Voyvoda'nın Şatosunu görmeye gidiyoruz.Osmanlılar tarafından Kazıklı Voyvoda, kendi milleti Ulahlar tarafından Tepeş (cellat), Macalarlar tarafından ise Drakul (şeytan) olarak adlandırılan III.Vlad,aslında Osmanlı saraylarında yetişmiş, daha sonra Osmanlıya bela olmuş bir hükümdar.III.Vlad, kazığa geçirdiği insanların oluşturduğu bir dairenin ortasında saray halkı ile beraber yemek yemekten büyük zevk alırmış. Özellikle de Türkleri bu işkenceyle öldürmek onun için bir tutku haline gelmiş. Eline Türk esirler geçince, ayaklarındaki derinin yüzülmesini, açığa çıkan etin üzerine tuz dökülmesini ve ızdırabın artması için keçilere yalatılmasını emredermiş.Vlad Drakul, kan dökücülüğü sebebiyle vampir olarak efsaneleşmiş ve filmlere konu olmuştur. 
 
 Şatoda ki işkence araçlarından birisi. Her tarafı çivi dolu sandalye ve arkasında mengene var. Oturtulan kişi mengene aracı ile yavaş yavaş sıkılıyor ve çiviler kendisine batıyor.

 Düzeneği görünce basit bir tartı sanmıştım. Oysaki aslında o bir şeytan ölçer tartısı imiş. İnanışlarına göre şeytan kılığına girmiş insanlar,normal insanlardan daha hafif olurmuş. Bu tartı ile şüphelendikleri kişi ile güvendikleri aynı kilolardaki iki kişiyi tartarak, şeytanı bulmaya çalışırlarmış.
Şatodaki odaları gezerken, oradaki karyolanın ufaklığı dikkatimi çekiyor.Ufak bir araştırma ile aslında o kadar anlı şanlı ve de kanlı hükümdarların aslında ortalama 1.60 boyunda olduklarını öğreniyorum.Şatoda ki merdivenlerin darlığı ve tavanlarını alçaklığı, rahatsız edecek kadar ufak olması, zaten bunu kanıtlar düzeyde. Ama Şatonun konumu muhteşem, korunaklı ve manzaralı bir tepede.
 
 Brasov'a gitmek için gittiğimiz tren garında ki, kapalı olsa da Mehmet Efendi Cafe, bizden bir şey olarak gözümüze şirin görünüyor.
  Romanya'nın köylerinin bu kadar yeşillik olduğunu bilmezdim. Trenle giderken bazen o kadar büyük ayçiçeği ve mısır tarlaları var ki, ucu gözükmüyor. Bizim Trakya'da ki ayçiçeği tarlaları bunların yanında minyatür kalır.






   Romanya'da Transilvanya denilen bu bölgenin sakin, şirin bir şehri Brasov, Bükreş'ten trenle yaklaşık 3 saatlik mesafede ve tren ücreti 50 lev. Teleferikle Brasov yazan tepeye çıkıp,şehir manzarası seyrettik. Brasov yazısının V sinin yanında seyir balkonu var :)

  Brasov içerisinde dolaşırken küçük bir şehirdeymişiz hissi veriyor ama, tepeden bakınca pek de küçük bir şehir değilmiş. Burası aslında kayak merkezi olan, kış turizmi yeri. Türkiye'den de son yıllarda kayak için buraya çok kişinin geldiğini öğreniyoruz.
  





  Gelelim Bükreş'in en ünlü Restoranına..Akşam yemeği için buranın en ünlü Restoranı olan Caru'cu Bere de bir akşam yemek yemezsek olmaz dedik. Kapıya gittiğimizde insanlar kuyrukta bekliyordu ve aslında çoğunun rezervasyonu vardı. Biz çat kapı geldiğimizden, önce dışarıda oturtmayı teklif ettiler ama hafif ısrarımızla içeride yer ayarladılar. Aslında yemeklerde pek bi numara yok ama ortam insanı şaşırtıyor. Çok büyük ve iki katlı bir konak gibi yeri, o kadar güzel süslemişler ki,insan hayran kalıyor. Menü diye getirilen şey resmen 4 sayfalık,gazete boyutunda basılmış ve insan ne yiyeceği konusunda şaşırıp kalıyor. Sanırım 500 kişi civarında müşteri aynı anda yemek yiyordur. Arada restoranın ortasında kısa süreli müzik ve dans gösterileri de yapılıyor. 2 kişi çorbalar, et yemekleri ve biralar dahil, bizim para ile 90 tl gibi bir hesap geldi. Yani lüks ve şatafata göre abartılı bir fiyat söz konusu değil.



  Avrupa'nın bir çok yerinde olduğu gibi burada da bira sudan ucuz. Bununda etkisi varımdır bilemiyorum ama herkes sürekli bira içiyor. Sıcağında etkisi ile hayatımda içmediğim kadar bira içtim. Bir çok bira markası var ve sanırım hepsinin tadına bakmışımdır. Marketlerde 3-3.5 lev ( 2-2.5 tl )  olan biralar, cafelerde 6 ila 12 lev arası (4-8 tl ) arası değişiyor.
 

  Sıcaktan olsa gerek,burada Limonata kültürü de çok yaygın. İnsanlar Bira kadar olmasa da bol bol limonata içiyorlar.Çoğu 1 lt olarak hazırlanıyorlar ve 8-12 lev arası fiyatları var. Ben kendi içtiklerimden örnekler paylaştım.
    Romanya bize göre nispeten ucuz bir ülke ama burada en büyük sorun taksilerle yaşanıyor. Taksimetre var ama onu takan yok. Yabancı olduğunuzu anladıklarında fahiş fiyatlar isteyebiliyorlar ve pazarlık yeteneklerinize kalıyor. Brasov'dan Voyvoda'nın Şatosuna normalde otobüsle gidecektik. Otobüs terminaline gitmek için bindiğimiz taksici,ben götüreyim dedi ve 150 lev den başlayan pazarlık,100 leve kadar düştü. Son gün havaalanına dönerken sıcakta otobüsle uğraşmayalım diye bindiğimiz taksici, normalde taksimetre en fazla 40 lev yazacak yol için 200 lev istedi. Taksiden indik ve otobüs durağına yürürken başka bir taksi geldi ve 60 leve götürmeyi teklif etti ve onunla gittik. farklar bu kadar açık olabiliyor.
    Son olarak bir maceramızı da paylaşmak isterim siz siz olun yurt dışında pasaportunuza gözünüz gibi bakın. Son gün uçağımız saat 17 de ve saat 11 gibi otelden ayrılamaya hazırlanırken, kuzenim panikle pasaportum yok dedi. Allaaah, çantaları delik deşik ettik, evet yok. Bir önceki akşam son nerelerde oturduk,oralar hatırladık, telefonlarını bulduk ve resepsiyondan oralara telefon ettirip sordurduk, yok diyorlar.Artı ümidimiz bitti ve ne yapmamız lazım diye araştırdık. Poliste tutanak tutturup, Türk elçiliğe gidip, yol belgesi gibi bir şey almamız lazımmış.İnşallah uçağa yetişiriz kaygısı ile taksi çağırıp, bizi en yakın polis merkezine götürmesi için bindik. Taki tesadüf bu ya, akşam en son oturduğumuz Cafenin yakınından geçiyorken,içimden geldi, Berna taksiyi durdur, ben bekleyeyim, sen bir cafeye bakta gel dedim. Taksici söylenerek durdu, Berna bir koşu gitti ve süpriiiz, Pasaport orada imiş. Adamlar telefonda niye ise,yok demişler. Allah sevdiği kulunun eşeğini önce kaybettirir sonra buldururmuş misali oldu..
    Son olarak, Bükreş düşünenler, yaz aylarında mümkünse düşünmeyin. Ayrıca şehir,kültür gezisi için 2 tam gün yeterli olacaktır. Buradan bu kadar...

Sapa-Vietnam

vietnam

Vietnam'a yapılan gezilerde genellikle öne çıkan ve tercih edilen iki şehir Hanoi ve Ho Chi Minh, ancak bence kesinlikle vakit ayırılması gereken yerlerden biri ülkenin kuzey batısında kalan Sapa bölgesi.
Hanoi şehrinde konaklarken tanıştığımız iki İspanyolun tavsiyesi üzerine spontane olarak bir akşam bilet alıp Hanoi'den Sapa'ya doğru yola çıkıyoruz. Yola çıkmadan İspanyolların Sapa'da kaldığı aileyi arayıp ertesi sabah orada olacağımızı haber veriyoruz. Otobüs biletleri yaklaşık 15$ ve yolculuk 7 saate yakın sürüyor. Vietnam şöförleri biraz maceracı- Hanoi'deki çılgın trafiği gördüğünüzde anlayacaksınız- ancak gece otobüsleri uyumak için oldukça rahat.
vietnam
                                                                     Sleeper Bus- gece yolcıluğumuz
Sabah 6 gibi Sapa'ya varıyoruz ve otobüs durağında birçok yerli kadın olduğunu görüyoruz bunun sebebi buradaki önemli geçim kaynaklarından birinin gelen turistlere konaklama sağlamak ve trekking rehberliği yapmak olması. Bu yüzden gitmeden önce kalacak bir ev ayarlamamış olsanız bile otobüs durağında tanıştığınız kadınlardan biriyle anlaşabilirsiniz. Otobüsten inip ev sahibemiz Nu'yu buluyoruz, bizi karşılamaya sırtına bağladığı 2.5 yaşındaki dünya tatlısı oğluyla gelmiş oluyor. Beraber merkezde bir yere kahvaltı yapmaya gidiyoruz. Vietnam'lılar kahvaltı/öğle/ akşam yemeği farketmeksizin sürekli Pho(noodle çorbası) yiyorlar ama her zaman alternatif bir şeyler bulmak mümkün. Kahvaltı yaparken Nu'nun çocuğuna çantamdan bir çikolata çıkarıp veriyorum, ve ilk yaptığı şey çikolatayı annesiyle paylaşmak oluyor, ve bu küçük hareketiyle gönlümü çalıyor. Kahvaltıda Amerikalı bir grupla tanışıyoruz ve aynı köye gideceğimizi öğrendikten sonra hep beraber yola koyuluyoruz.
vietnam
Maria-Ben-Sokaktan geçen ve bizle fotoğraf çektirmek isteyen rastgele bir kadın(Asya'da bu durum çok yaygın)-Nu ve oğlu

Sapa'nın merkezi dağların ortasında düz bir alana kurulmuş büyükçe bir kasabayı anımsatıyor, dağlarda farklı etnik gruplara ait birçok köy var,buraya dair benim ilgimi en çok çeken şeylerden biri de bu etnik çeşitlilik oldu. Komşu köylerin birbirinin dilini konuşmuyor, farklı dinlere inanıyor oluşu(bazıları Budist, bazıları Hrıstiyan) bölgede sentez bir kültür yaratmış. Bizim kalacağımız köy merkezden 4-5 saatlik yürüme mesafesinde, ancak dağ yolu o kadar güzel ki, zamanın nasıl geçtiğini farketmiyorsunuz.
vietnam

Yöresel kıyafetleriyle köy kadınları

vietnam
Yol üzerindeki buna benzer onlarca kenevir tarlası görüyoruz ve Nu bize bitkilerin tohumlarını boya olarak kullandıklarını, esrar olarak tüketmediklerini söylüyor (ve muzipçe gülüyor)
vietnam
Yol üzerinde yemeklik bir şeyler almak için bir bakkalda duruyoruz ve akşam yemeği için yılan temizleyen bu kadınla karşılaşıyoruz. Burada hayvancılığın pek yaygın olmadığını söylememe gerek yok sanırım :)
vietnam
Uzun yürüyüşümüz ardından köye varıyoruz, ve bizi evin tavukları karşılıyor. Evin içerisi oldukça basit, mobilya denebilecek tek şey alçak bir masa ve yanındaki tahta oturak. Nu bize evi sıfırdan kocasıyla birlikte inşa ettiklerini anlatıyor.
vietnam
Öğle yemeğini hazırlaması için Nu'ya yardım ediyoruz. 

Nu İngilizceyi tamamen tek başına öğrenmiş bu yüzden okumayı ve yazmayı bilmiyor ancak köydeki diğer kadınlara göre konuşması oldukça düzgün. Daha önce hiç Türkiye'den birini görmemiş, İstanbul'dan olduğumu söylüyorum ve bana İstanbul'un bir şehir mi yoksa kasaba mı olduğunu soruyor.
vietnam

vietnam
Evin 3 tane çocuğu var ve hepsi birbirinden bıcırık.Tozun toprağın arasında yalınayak koşturup duruyorlar ve bana şehirde büyüyen çocuklar burada olsa kesin bir sakatlık çıkar veya hasta olurlar diye düşündürüyorlar.

vietnam

Bölgedeki en önemli tarım ürünü tabiki pirinç ve her evin kendine ait bir pirinç terası var.Neredeyse sürekli yediğim pirincin nasıl yetiştiğine dair hiç bir fikrimin olmadığını farkedip garip hissediyorum. Büyük toplumlarda doğadan ne kadar uzaklaştığımızı bir kez daha hatırlatıyor. Önümüze gelen şeyleri sorgusuz sualsiz tüketirken arkasındaki hikayeyi ve insanları görmezden geliyoruz sanırım.
vietnam
Kaldığımız evin manzarası

Nu bizi kendi tarlasına götürüyor ve pirinci nasıl ekmemiz gerektiğini gösteriyor. Çıplak ayakla tarlaların içerisine giriyoruz ve dibini görmediğimiz çamurlu sulardan çıkan bir kaç devasa yengeçle biraz tedirgin oluyoruz. Nu'ya 1-2 saat kadar yardım edip bölgeyi keşfetmeye çıkıyoruz, civarda çok sayıda trekking rotası var ancak bazı rotalara rehbersiz gidilmemesi gerekiyor, geçen yıl Amerikalı bir gezginin kaybolduğunu söylüyorlar. 

vietnam
Sabah kahvaltımız, muz, toz şeker ve krepler.

vietnam
Kadınlar bu kıyafetleri yaparken kumaş boyası olarak bölgedeki bitkileri kullanıyorlar ve her kadın yılda sadece 1 takım giysi yapıyor. İster istemez indirim sezonunda alışveriş merkezi çılgınlıklarıyla bunu kıyaslıyorum.

Özet olarak yeni tecrübeler için konforunuzdan biraz vazgeçmeye razıysanız, Sapa asla pişman olmayacağınız bir yer. Burada günlerinizi uzun yürüyüşler yapıp sıcakladığınızda önünüze çıkan şelalelerden birinde serinleyerek(evlerde banyo gibi bir imkan olmadığını da göz önünde bulundurarak), doğanın tadını çıkarıp yerlilerek kaynaşarak rahatlıkla geçirebilirsiniz.

vietnam
Son olarak dönüş otobüsümüzü beklerken egg coffee denilen ve yumurtanın beyazı kullanılarak hazırlanan kahvemizi içiyoruz.Biraz şekerli ama oldukça lezzetli. Eğer kahve seviyorsanız Vietnam bu konuda gerçek bir cennet!

TRABZON

ŞALPAZARI

şalpazarı
Bu yazım diğerlerinden biraz farklı olacak. Çünkü doğduğum, ilk gençliğimi yaşadığım, ilçemden ve köyümden biraz bahsetmek istedim. 

Şalpazarı ilçesi sahil şeridinde olmadığı için çok fazla bilinmeyen, çok fazla insanın gitmediği, görmediği bir bölge. Bu durum bölge için dezavantaj gibi görünse de, aslında doğal yapısını koruması, kültürünü koruması açısından avantaja dönmüş durumdadır.

Şalpazarı ilçesi Trabzon merkeze 69 km. uzaklıkta ,sahilde Beşikdüzü'nden içeridedir. Bu bölgede yerleşim çok eski tarihlere dayanmaktadır. Yörede yaşayan insanlar Oğuzların Üçoklar boyundan olan Çepni’lerdir.Çepni kelimesinin anlamı; Düşmana karşı gözü pek, Asi, mazlumlara karşı merhametli, mert, sınır bekçiliği yapan manasına gelmekte olup, yöre insanı bu özelliklerin tümünü taşımaktadır. Bunları kendimi yada hemşerilerimi övmek için yazmadım. İnanmayan ufak bir araştırma ile hepsinin doğruluğunu görebilir :)
şalpazarı
şalpazarı
Şalpazarı köyleri tipik Karadeniz köyleri gibidir. Dik yamaçlara kurulmuş olup, ortalarından bir dere geçmektedir. İşte bu derenin adı, Ağasar deresi olduğundan, bölgede bizlere Ağasarlı derler. Bizde aslında her şeye bir türkü söylendiğinden, Ağasar deresi için de söylenmiş türküler vardır ve en bilineni de (Ağasar dereleri /aksa yukarı aksa/Vermem seni ellere /Tonya üstüme kalksa ) olarak başlayandır.
şalpazarı
şalpazarı
şalpazarı
Bu Ağasar deresi vadisi boyunca 29 tane köy daha doğrusu şimdilerde mahalle bulunmaktadır. Bunlardan bizimkisi Doğancı köyü olup, doğal olarak en fazla fotoğraf, yukarıdakilerin tamamı olarak, bizim köydendir. Derenin kenarında köy merkezi sayılabilecek kahvehane, bakkal, lokanta, kereste atölyesi bulunur. Sonrası dik yamaç başlar ve evler dağınık olarak bulunmaktadır.
şalpazarı
şalpazarı
Burada kendim için de iki fotoğraf paylaşmak istedim. İlk fotoğraf benim de ilkokulu okuduğum, şimdilerde bölge okulları nedeniyle kapatılan okulumuzun şimdiki hali. Yıllar sonra kızım okuduğum okulu merak ettiği için gittim ve tam bir hüzün yaşadım. Okul resmen ot deposuna çevrilmişti. Bende kızıma bunun bir anlamı var. Buraya inek bağlasan okur adam olurdu demek istemişler diyerek, hüznümü bastırmaya çalıştım.

İkinci fotoğraf ise çocukluğumun ve ilk gençliğinin geçtiği evimiz. Çocukluğumda köyde araba yolu olmadığını, taa ki ben liseye başlayacağım yıl araba yolu yapıldığını, bu dik yolları, üstelik yük taşıyarak çıktığımızı belirtmek isterim..
şalpazarı
Karadeniz'de yöresel kıyafet geleneğini devam ettiren en önemli merkez yine bizim köylerdir. Bu kıyafet özel günlerde değil, günlük olarak giyilmeye devam edilmektedir. Tabii ki yukarıdaki kızım Eda ,biraz kendine göre değiştirmiş olsa da, hala her gittiğimizde resimlik bile olsa, babaannesi ona bir kıyafet ayarlamaya devam etmektedir.
şalpazarı

Köyün okulu gibi sağlık ocağı da ,Aile hekimliği sistemi nedeniyle kaderine terk edilmiş durumda olup, artık kullanılmamaktadır.
şalpazarı
şalpazarı
şalpazarı
Şalpazarı halkının hemen hepsini bir yaylası ve orada bir evi vardır.Eskilerden vatandaş geçimini daha çok hayvancılıktan sağladığı için, köydeki kışlık hayvan yiyeceği bitmesin diye, yaz aylarında yaylalarda yaşanırdı. Şimdilerde yaylacılık daha çok yazın yaylaların köylerden daha serin olması ve gezmek amacı ile devam etmektedir.

Eskilerde hayvanlar ile bir gün boyunca yürünerek, bazen de bir gece yollarda açık alanlarda konaklayarak yaylalara ulaşılırdı. Şimdilerde bu işi genelde kamyonlar çözmektedir. 

Bu yayla yollarının en güzel dinlenme yeri de Sazalanı denilen yukarıda ki yer. Bizde her yer mesire yeri olduğundan, mesire tabelası komik gelse de, bilmeyenler için işe yarıyordur sanırım. Benim için burasının önemi, ilk mola verilip, muhtemelen tencerede et kavurma yapılıp, ilk duble içeceklerin içildiği yer olmasıdır.
şalpazarı
Bu da Sazalanı molasında eti olmayanlar için, bir çoğu için de etten daha lezzetli sayılan Tirmit denen yöresel mantar. Sahiden bilenlerin tanıyıp, zehirsiz olduğuna sizi ikna etmelerinden sonra, etten lezzetli deme ihtimaliniz yüksek.
şalpazarı
şalpazarı
Bizim köyün yaylaların olan, Karakısrak Yaylasında horon oynayan insanlar. Ve şenlikte ki insan kalabalığı içerisinden bana gülerek bakan da, sevgili babam Hasan Erata...
şalpazarı
şalpazarı
Bu manzara İsviçre Alplerinde değil, bizim Karakısrak yaylasında çektiğim fotoğraflardandır. Tanrı yeşilin her tonunu hiç esirgemeden vermiş bizim bölgeye.
şalpazarışalpazarı

şalpazarı
Bölgenin en ünlü yaylalarından olan sis dağı yaylası. 2182 m yükseklikte olduğundan Temmuz-Ağustos aylarında bile serin yada soğuk olmaktadır. Sis Dağı'nın suları, Bulanık akıyorsun. Gözlerimin içine, Sevdalı bakıyorsun gibi olmak üzere, Sis dağı ile ilişkilendirilmiş çok fazla türkü bulunmaktadır. Tencerede et kavurmasının en lezzetli olduğu yer burasının olduğu da iddia edilmektedir.
şalpazarı
şalpazarı
Yayla yolları zaten başlı başına ayrı güzellikler içeriyor. Bu arada Karadeniz insanının yaratıcı zekası her yerde göze çarpıyor. Yol üstünde, çöpe atmaktansa, hayvanlara su içmeleri için yerleştirilmiş banyo küvetine gülümseme ile bakabilirsiniz.
şalpazarı
şalpazarı
Kadırga Yaylası bölgenin en bilinen yaylalarından olup, özellikle genellikle temmuz ayındaki şenlikler zamanı inanılmaz kalabalık olmaktadır. Son yıllarda gurbetteki bölge insanı kadar, gezip görmeye gelen insan sayısı da giderek artmaktadır. Ünlü kadırga camisinin özelliği açık olmasıdır. sadece hayvanlar girip pisletmesin diye alçak bir duvarla çevrilidir. Zamanında İran seferine giden Yavuz Sultan Selim'in burada cuma namazı kıldığı bilinmektedir. Kadırga dedikleri, Bir yamanın belinde. Ne yalvarırsın bana. Ne var benim elimde.. gibi başlayan türkülerde pek çoktur.
şalpazarı
şalpazarı
şalpazarı
Kadırga yaylası aslında evleri olmadığı, çevredeki Oba denilen asıl yaylaların .ortak alıveriş, buluşma yeri. Bu Obalardan birisi de bizim evimiz de olan Eskala Obası.Yüksek rakım nedeniyle hiç ağaç buluNmaz. Eskala obasının ünlü Cordana suyu ve bizim artık tarihi sayılabilecek yayladaki evimiz.

şalpazarı

şalpazarı
 Benim sanırım en çok sevdiğim yer olan Ali Meydanı denilen alan. Yaylalardaki az sayıdaki düz alanlardan birisi. Gündüzleri genellikle piknikçiler nedeniyle kalabalık olur. Akşam üzeri güneş batmaya başlayınca hava birden buz gibi soğuk olur ve herkes toparlanıp gider. Yakın dostlar olarak kalınır ve güneşin batışının muhteşem manzara, bulutların üzerinde olmanın dayanılmaz keyfi bizimdir artık..

şalpazarı
     Eee artık güneş batmıştır ve ısınmak gerekir. Şerefinize dostlar.....


ESKALA YAYLASI

Daha çok bizim ilçe olan Şalpazarı'lıların yaylasıdır. Bizimde evimiz bulunmaktadır. Yüksek rakım nedeniyle ağaç yetişmemektedir. Yaz akşamları bile soba yakılarak ve yorganla yatılabilmektedir. Özellikle Haziran ayında bolca çiçekli, güzel, ılık, nemsiz bir havası vardır..















kadırga şalpazarı
Özellikle İstanbul'da biraz dikkatli olanlar fark etmiştir. Bir çok Karadeniz yöresel yemek yapan yerin adı Kadırga yada onunla bağlantılı bir isimdir. İşte o Kadırga burası. Özellikle şenlik olan günlerde çok kalabalık olmaktadır.


Kadırga'nın açık Cami'si de oldukça ünlüdür. Yavuz Sultan Selim, İran seferinden dönerken eşi Gülbahar Hatun’un mahiyetindeki askerlerle birlikte Kadırga Yaylası’nın Çadırdüzü mevkisinde konaklar. Cuma namazı kılmak isteyen askerlerine bu mekanı göstererek etrafının taşla çevrilip açık cami haline getirilmesini söyler. Askerler de topladıkları taşlarla birlikte bu mekanda açık cami oluştururlar. Daha sonraları Kadırga Yaylası cemaatinin katkılarıyla cami etrafı beton yapılır. Açık cami içerisine hocanın vaaz edeceği mekan ve minber ile birlikte iki adet de minare yapılır.

Zigana geçidinden daha da yüksek rakımda bulunan kadırga yaylası ve oraya giderken ki fotoğraflardan örnekler paylaştım. Ayrıca bulutların üzerinde, akşam olurken ki manzaralarda apayrı güzellikler sunmaktadır..
kadırga cami şalpazarı
kadırga şalpazarı


kadırga şalpazarı

kadırga şalpazarı

kadırga şalpazarı

kadırga şalpazarı

kadırga şalpazarı

kadırga şalpazarı

kadırga şalpazarı

kadırga şalpazarı

kadırga şalpazarı

kadırga şalpazarı
kadırga şalpazarı

kadırga şalpazarı


DOĞANCI KÖYÜ / ŞALPAZARI

doğancı köyü şalpazarı

Karadeniz Paylaşımlarında kendi köyümden görüntüler koymazsam eksik olurdu..

Sahilden yaklaşık 25 km. içeride, Trabzon Şalpazarı ilçesine bağlı olan köyümüz, tipik Karadeniz köyleri gibidir.

doğancı köyü şalpazarı

doğancı köyü şalpazarı

doğancı köyü şalpazarı

doğancı köyü şalpazarı

doğancı köyü şalpazarı

doğancı köyü şalpazarı

doğancı köyü şalpazarı

doğancı köyü şalpazarı

doğancı köyü şalpazarı

doğancı köyü şalpazarı

doğancı köyü şalpazarı

doğancı köyü şalpazarı

















SUMELA MANASTIRI

sumela manastırı
Maçka'da sarp bir dağın eteklerine oldukça zor bir yere yapılmıştır. Sümela’yı Hristiyanlar tarafından değerli kılan en önemli nokta ise Hz. Meryem resmidir. İnanışa göre bu manastırda Hz. İsa’nın havarilerinden olan Aziz Lukas’ın çizdiği Hz. Meryem portresi manastırı kuran rahiplerle birlikte buraya gelmiştir. Ancak bugüne kadar herhangi bir resim bulunamamıştır. Manastır çeşitli yağmalamalara maruz kalmıştır. Özellikle define avcıları tarafından sıklıkla kazılmış ve harabeye dönüşmüştür. İçinde çeşitli yangınlar çıkmış ve birçok tarihi değeri kaybolmuştur.

Son yıllarda güya aslına uygun restorasyon yapıldığı söylense de tam bir restorasyon faciası yaşatılmıştır. Eskiden aşağıdaki derenin oradan Manastıra kadar çok dik, keçi yolu gir yoldan ulaşılırdı. O yoldan çıkılınca, aslında buraya bu yapıyı nasıl yapmışlar hayretleri yaşanırdı. Şimdilerde yakınına kadar araba yolu yapıldı ve oldukça düz bir yoldan yürüyerek Manastır'a ulaşılmakta. 

Trabzon şehri için büyük turistik önem taşıyan Sümela her yıl binlerce kişi tarafından ziyaret edilmektedir. 2010 yılında özel bir izinle Meryem Ana’nın göğe yükselişi sebebiyle burada bir ayin yapılmıştır. Bu ayin 88 yıl aradan sonra yapılan ilk ayindir ve bizimkilerin bir kısmı tarafından tepki ile karşılanmıştır.

Yolu Trabzon'a düşenlerin görmezlerse gezileri eksik kalacak bir yerdir...
sumela manastırı
sumela manastırı

sumela manastırı

sumela manastırı

sumela manastırı

sumela manastırı

sumela manastırı
sumela manastırı

sumela manastırı

sumela manastırı


sumela manastırı




AYASOFYA MÜZESİ

trabzon ayasofya müzesi
Trabzon merkezde, Ayasofya mahallesinde bulunmaktadır.1250-1260 yılları arasında yapılmış ve halen orijinalliğini korumaktadır. Gençliğimin geçtiği bu bölgeye yolunuz düşerse mutlaka, orijinalliği bozulmadan görmeye gidiniz. Keza bizimkiler burasını da camiye çevirmek için yıllardır uğraşmaktadırlar
trabzon ayasofya müzesi

trabzon ayasofya müzesi

trabzon ayasofya müzesi

trabzon ayasofya müzesi

trabzon ayasofya müzesi

trabzon ayasofya müzesi

trabzon ayasofya müzesi

trabzon ayasofya müzesi




SERA GÖLÜ
sera gölü trabzon
Trabzon- Akçaabat arasında sahilden 10 km kadar içeride, heyelan sonucu oluşmuş bir göldür. Yeşillikler arasında doğal bir çekiciliğe sahip olan göl, 4 kilometre uzunluğundadır. Her mevsim farklı renklere bürünen Sera Gölü, doyumsuz manzarasını gözler önüne seriyor. Bitki örtüsü, cıvıl cıvıl kuş sesleri eşliğinde bir başka olur aynı zamanda. Sera Gölü, kesinlikle görmeniz gereken yerler arasındadır. Özellikle Uzungöl ve Sümela'dan sonra en önemli turizm bölgesi olarak gösterilirEtrafta yürüyüş yapabilir, göl etrafındaki restoranlarda yemek yiyebilirsiniz, çay içebilirsiniz. Manzara fotoğraf çekmek içinde güzeldir..

Ben Trabzon'da öğrenci iken, en sevdiğimiz yerlerden birisiydi. Son gittiğimde çoğu yerde olduğu gibi burada da alkol servisi yoktu.. bilginize...
sera gölü trabzon

sera gölü trabzon


sera gölü trabzon

sera gölü trabzon

sera gölü trabzon



UZUNGÖL
uzungöl trabzon
Trabzon merkeze yaklaşık 100 km uzaklıkta, Çaykara ilçesindedir. Karadeniz gezilerinin görülmeden olmazlarındandır. Bizimkiler doğal gölü duvarla çevirerek havuz yapma becerisi göstermiş olsalar da hala güzel..

Gittiğinizde o kadar çok kara çarşaflı Arap turist göreceksiniz ki, kendinizi Arabistan'a gelmiş hissedebilirsiniz. 
uzungöl trabzon

uzungöl trabzon

uzungöl trabzon

uzungöl trabzon

uzungöl trabzon

 uzungöl trabzon
 uzungöl trabzon

uzungöl trabzon



DÜNYANIN EN TEHLİKELİ YOLU


Dünyanın en tehlikeli yolu Trabzon'da deyince bazılarınızın ( bilmeyenlerinizin  ) hadi canım sende dediğini duyar gibiyim.. Aşağıdaki ilk fotoğraf İnternet haber sitelerinden alınma ve altındaki haberde şöyle :
Derebaşı virajları olarak bilinen ve Karaçam’da bulunan Of-Çaykara-Bayburt D915 karayolu geçtiğimiz aylarda “Dünyanın en tehlikeli yolu” seçildi.. Bu yol 106 kilometre uzunluğunda ve 29 keskin virajdan oluşuyor.

Sırf bu yoldan geçebilmek için Artvin'den dönüşümüzü buna göre planladık. Akşam yaklaşınca riske girmemek için Bayburt'ta geceleyerek, sabah yola çıktık. Önce dağlar, tepeler aşarak gittikçe yükselen bir yolda ilerledik. Aralarda çok güzel yaylalar var. Soğanlı geçidi en yüksek yer, oradan sonra inişe geçtik. Aşağılarda iki yol sapağına geldik, birisinde yol kapalı yazıları ve engelleri var ama navigasyon gideceğimiz yol olarak orayı gösteriyor. Şansımıza tam orada motosikletli bir grup vardı, yolu onlara sorduk. Meğerse o tehlikeli ve virajlı yoldan sadece Çaykara'dan Bayburt yönüne gidişlere izin veriliyormuş. Nedeni ise karşıdan araba gelirse geçişmek pek mümkün olmadığındanmış. 

Asıl virajların oraya yaklaştıkça hava o kadar sisle kapandı ki,yolu zor görmeye başladık. Fotoğraflarda orada iken çektiğim arabanın navigasyonunun görüntüsüne bakabilirsiniz. Kendi aramızda belki de bu kadar sisli olmasa aşağıların uçurumunu görüp belki daha da korkardık diye konuşuyoruz. Arabayı birader Oktay kullanıyor ve arada bir durup arabayı stop ediyor. Kısa bir sessizlikle, aşağılardan gelen araba sesi var mı diye dinlemeye çalışıyoruz. Yolun zemini ara ara çok kötü, bazı virajları tek seferde dönmek oldukça zor ama yavaş yavaş yolumuza devam ederek en aşağıya, dere kenarında ki normal yola ulaşıyoruz.. Sonrasında başka yerde olsa bilmem ne şelalesi diye reklamı yapılırdı ama oralarda o kadar çok ki,adı bile olmayan, Çaykara yakınındaki bir şelale önünde nefesleniyoruz..
Gelelim Dünyanın en tehlikeli yolu hikayesine. Bizim gibi gençliği o dağlarda geçen, çok daha bozuk yollarda araba kullananlar için, biraz abartı geldi. En tehlikelisi bu ise, artık dünyanın her yerinde araba kullanabilirim demektir..