" Her yer en az bir defa görülmeyi hak ediyor "

ÖZBEKİSTAN NOTLARI

 Karavanla Büyük Macera: Türkiye’den Orta Asya’ya Yolculuk


BAŞLARKEN

Bu gezi için Balıkesir Güre'den yola çıktık ve Hopa'dan Batum'a çıkış yaparak, asıl yolculuğumuza başlamış olduk. Bu kitapta, karavan yolculuğumuzun detaylarını ve bu yolculukta öğrendiklerimizi paylaşacağım. Hedefim sadece deneyimlerimizi belgelemek değil, aynı zamanda başkalarına da ilham olmaktır.

Bu kitabın okuyanlar için cesaret ve macera dolu olduğu kadar, bir o kadar da bilgilendirici olacağını düşünüyorum. Kitabı olabildiğince sistematik bir şekilde güzergahı takip ederek yazmaya çalışacağım. Her zaman söyledim, yine söylüyorum. Bu kitabın amacı asla para kazanmak, kişisel reklam yapmak filan hiç değildir. Bizler nasıl ki bir yerlere gidecek iken daha önce gidenlerin yazdıklarından faydalanıyor isek, başka insanlar da bizden faydalansın. Hepsi bu!

Türkiye – Gürcistan – Rusya – Kazakistan – Özbekistan – Kırgızistan – Rusya – Moğolistan – Rusya – Kazakistan – Rusya – Finlandiya -İsveç – Norveç -İsveç – Danimarka – Almanya – Avusturya -   İtalya -  Slovenya- Hırvatistan – Karadağ – Arnavutluk – Yunanistan - Türkiye şeklinde olan bir rotadan bahsediyoruz. Görüldüğü gibi bazı ülkelere birden fazla kez giriş çıkış yapacağız. Yeşil pasaport sahibi olduğumuz için ülkelerin sınırlandırmaları ve yol güzergahının keyifli ve de güvenli olduğunu düşündüğümüz bir planlama yaptık. Yoksa gezimizin muhtemelen en can sıkıcı anlarını yaşayacağımız Asya ülkeleri sınır geçişlerinin daha az olmasını isterdik. Schengen ülkelerinin gümrüksüz geçişlerini saymazsak tam 16 defa pasaport ve gümrük kontrolünden geçmiş olacağız. Her kontrol çift yönlü olduğu için bu sayı 32’ye çıkıyor. Sabırlı ve istekli olduğumuzu buradan anlayabilirsiniz.

Karavanlı yolculuklarda rotalar genelde kesin olmaz. Hayal kırıklığı yaşadığınız yerler kadar, beklenmedik güzelliklerle karşılaştığınız yerler de olur. Olmadık yerde karavan da arıza çıkar yolda kalırsınız ya da hiç istenmeyen sağlık sorunları ya da kötü haberler ile rota her an değişebilir. Dolayısıyla kafamızdaki rota belli olsa da, bizi ne tür sürprizlerin beklediğini bilmeden yola çıkıyoruz.  Bu kitabın içeriğinde Rusya'dan Finlandiya'ya çıkışımıza kadar olan yolculuğumuz olacak. Keza ondan sonrası hakkında bilgiler pek çok açık kaynakta yeterince olduğu için o kısım olmayacak. Belli mi olur, bakarsın güzel bir karavanlı yollar serisi de olabilir. Bizim karavan 2014 model 17 m3 bir Motokaravan. Karavanı 2019 yılında aldığım panelvan araçtan yaptırmıştım ve hala daha kendim yapmaya devam ediyorum. Çünkü bizim memlekette karavanı yaptırdım bitti muhabbeti maalesef yok. Her zaman hiç ummadık bir yerinde ummadık zamanda sorun çıkarabiliyorlar.

Sonunda Rusya savaş bölgesine yakın geçmeden gitme planlaması yaptık. Yine de aklımda binbir soru işareti. Aklıma hep eski Rus filmleri geliyor.  Siyah beyaz karanlık sokaklar, sürekli birbirini takip eden garip adamlar, fakirliğin kol gezdiği, bir ekmek için kavga eden insanlar filan. Yahu diyorum Sibirya buz gibi sürgün bölgesi, ne işimiz var oralarda.

Sonunda gezgin tarafımız ağır bastı ve başladık hazırlıklara. Başlayınca gördük ki, bizim işimiz gerçekten zor. Planlanan en az 35.000 kilometre yol ve ilkbahar, yaz, sonbahar, kış bütün mevsimleri içeren bir yolculuk olacak. Karavan zaten aracın kendi malzemeleri ile dolu, bir de bu kadar farklı hava koşulları için yedek kıyafetler, yedek yatak malzemeleri, mutfak malzemeleri alacağız. Nereye sığdıracağız ve acaba karavan kaç ton olarak yola gidecek. Düşündükçe insanın içini daraltan hazırlıklar.

Ben işin araç, karavan kısmına öncelik verdim. Eşim karavan yaşam alanı işlerine. İnsan doğuya giderken oralarda neler var, neler yok bilemeyince ister istemez yanımda olsun istiyor. Bir tane büyük bir tane küçük yedek tüpgaz bile aldım.  Umarım bu uzun ve zorlu yollarda bizi yarı yolda kalmayız.

Yiyecek içecek kısmına çok girmiyorum, çünkü herkesin alışkanlıkları kendine göre. Doğuya gittiğimizden dolayı, oralarda gıda ve içecek fiyatları bizden uygun yada en azından bizdeki gibidir diyerek çok fazla gıda almadık desem de siz inanmayın. İki kapılı buzdolabımız ağzına kadar doldu. Yetmedi geç bozulacak turşular, kuru gıdalar filan aldık. 

Bu kitap, hem bir rehber hem de gezgin ruhlara ilham verecek bir anlatı niteliğinde olacaktır.

Bu özet giriş yazısından sonra artık başlayabiliriz.




























HOPA - TİFLİS

Artık uzun yolculuğumuza başlayabiliriz. Hopa'dan son alışverişlerimizi yapıp, sarp sınır kapısına geldik. 

Sarp kapısında eğer karavan sahibi ile şoför farklı kişiler ise ikisinin de karavan içinde geçişe izin veriyorlar. Yok eğer bizim gibi karavan sahibi ile şoför aynı kişi ise yolcunun inerek üstteki kapıyı dolaşarak giriş yapması gerekiyor. Gürcistan'a kesinlikle ilaç götürmeyin derler. Uzun yolculuk için ister istemez biraz ilaç yedeklemiştim. Görmezler inşallah diyordum ama ne sordular ne aradılar. Karavanın arka kayar kapısını yalandan bir açıp içeriye bakıp kapattılar. Gürcistan tarafına geçince yeşil sigorta yaptırdık. Ortalık ana baba günü, keşmekeş hakim ve ortalık döviz bozmaya ve sigorta yaptırmaya çalışan simsar dolu. Aynı sigortaya 75 lari diyen de oldu ama biz çıkınca en solda, deniz tarafındaki büfede 45 lariye yaptırdık. En az 15 günlük yapıyorlar.

Akşam Batum'da bir otopark, bahçe karışımı bir yerde park ettik. Artık gece olmuştu ve yorgunluktan gezecek halimiz kalmamıştı. Burada kalalım dedik ve yanımıza gelen bir genç, sabah 9dan sonra burası yasak, ona göre dedi. Üstelik pek de sıcak olmayan bir dil ile. O saatte yapacak bir şey yok, mecburen peki dedik. Aynı genç sabah 8.30 da bir telaş ile gelip, saat 9 oluyor hadi gidin dedi. Niyesini anlamadık ama, çıktık tiyatro binasının yanındaki parka geçtik. Tabelalarda ücretli yazmıyor ama birazdan yanımıza bir otopark değnekçisi geldi, para diye tutturdu. Hava yağmurlu ve rüzgarlı, daha önce biz  Batum'u gezmiştik zaten, kalalım mı kalmayalım mı derken, yolumuz uzun madem ufak ufak Tiflis yoluna gidelim dedik. Aslında asıl niyetimiz Nevruz kutlamalarında Özbekistan’da olmak istiyoruz. Otoparkçı para koparma derdinde, Türklerde para çok, hepiniz zenginsiniz para, para dedi durdu. Her köşe başında para verirsek bu yolculuk bitmez dedik.  Böylece Batum’u atlayarak yola devam ettik.

Batum'dan sonraki durağımız Kutaisi şehri. Buraya gelmek için navigasyon bizi köylerden, ara yollardan, fındık bahçelerinin arasından götürdü. zaten ana yollarda çok fazla yol yapım çalışmaları vardı. Sanırım Gürcistan'ı baştan yaratıyorlar.

Kutaisi Gürcistan'ın başkenti Tiflis'ten sonra ülkenin en büyük ikinci şehri. Buraya köylerden, fındık bahçelerinin arasından geçerek, 2 saatlik yolculuk sonrasında geldik. Kutaisi nüfus bakımından ise en kalabalık üçüncü şehri. Daha önceleri nüfus bakımından da ikinci sırada yer alırken, son yıllarda Batum'un popülerliğinin giderek artması nedeniyle üçüncü sıraya gerilemiş. Kutaisi, Rioni Nehri'nin kıyısına kurulmuş. Şehrin başkent Tiflis'e uzaklığı 221 kilometre. Ülkenin İmereti adı verilen batı bölgesinde yer alır ve aynı zamanda bu bölgenin başkenti konumundadır. Tarihsel anlamda Gürcistan'ın en önemli şehirlerinden biridir. Orta çağlarda Gürcistan Krallığına başkentlik etmiş. Ardından da İmeti Krallığı'nın başkenti olmuş. Burası Lazların anavatanı olarak da biliniyor.

Buranın en görülesi yeri, gelenlerin hacı sayıldığı Bagrati Katedrali.  Katedral Unesco dünya mirası listesinde iken yapılan restorasyonun kötülüğü yüzünden listeden çıkarılmış. Sanırsam buraya da bizimkiler gelmiş :) Katedral yüksek bir tepede bulunuyor. burası halen gelenlerin hacı olduğu Katedrallerden birisi. Hava yağmurlu, parke taşlı yollar ıslak olunca bizim Karavan ile bilin bakalım ne oldu? Yolun yarısında kaldık, tekrar geri geri indik ve patinaj yapa yapa zorla çıktık. Önden çekişli Karavan ıslak ve dik yollarda sıkıntılı.

Kutaisi'nin nehir üzerindeki beyaz köprüsü ünlü. Beyaz köprü civarında eski Rus yapıları mevcut ama şehir genel olarak gelişememiş, Tiflis ile Batum arasında sıkışmış bir görüntü içerisinde. Beyaz köprünün yanından Bagrati Katedralinin olduğu tepeye teleferik var. Kişi başı 1 lari verip tteleferik ile tepeye çıkıp, karavanlara yürüdük ve sonrası karavanları aşağıdaki nehir kenarında bulunan Kilisenin yanına götürdük. Geceyi de orada geçirdik.

Kutaisi'den Tiflis 210 km ve yolun çoğu bölümünde yol yapım çalışmaları, yeni otoyol yapım çalışmaları var. Dolayısıyla çok kötü bir yol ve yoğun trafik de olduğu için yorucu bir yolculuk oldu. Tiflis'e 25 km kala Mtskheta diye bir yerde Samtovra Manastırını gezdik.


Samtovra Manastırının çok sayıda ziyaretçisi olması dikkatimizi çekti. Geniş bir bahçesi ve arka tarafında bir müzesi bulunuyor. Mtsheta şehri Kura nehri kenarında küçük bir şehir ve kutsal şehir olarak kabul ediliyormuş.

Manastır gezimizden sonra geldik Tiflis’e.

Ben yıllar önce de Tiflis'e gitmiştim ama bu defa inanılmaz kalabalık gördüm. Trafiği çok fazla artmış. Burada Belediye binasının yanındaki büyük otoparka konumlandık. Günlük 15 lari. Fiş, makbuz filan yok. Görevli görünen adam eliyle 15 işareti yaptı, 20 lari verdim, tamam geç dedi. Eee, 5 lari geri ver diyorum, yok tamam diyor. Ben diretince vermek zorunda kaldı. 

Yorgun ve aç olunca hızlıca bir şehir turu yapıp, yemeğe oturduk. Haçapuri denilen bol peynirli pideleri lezzetli. Tanesi 15 lari. Hingel denilen bir nevi iri mantıları içinde azıcık et yada peynir var ama bol hamurlu.  2 şer tane zor yedik, gerisini paket yaptırdık ama sonra yenir mi bilmem. Tabağı 9 lari. Ev yapımı kırmızı şarapları fena değil. Bardağı 5 lari ve bardak dolu olarak geliyor. 

Başkent Tiflis tarihi İpekyolu üzerinde kurulu olduğu için her zaman bölgenin Sosyo-ekonomik çekim merkezlerinden olmuş. O yüzden olsa gerek ki, şehir oldukça gelişmiş durumda. Kura nehrinin etrafında irili ufaklı tepelerle çevrilmiş bir şehir. Baratashvili köprüsü civarındaki ikinci el pazarı ünlü. Zaten park ettiğimiz Belediye binasının otoparkına çok yakın yerde. Önce orayı gezip, sonrası karşıya geçip teleferik ile Narikale kalesine çıktık. Burası şehrin tepeden en iyi görülebilen yeri. Burada Gürcülerin kadın kahramanı Kartlis Deda'nın heykeli bulunuyor. Buradaki kale içerisini gezdikten sonra aşağıya, eski şehre yürüyerek indik.  

Zamanın Selçuklu sultanı bu bölgede kuş avlarken vurduğu kuş dereye düşmüş. Kuşu almak için giden köpek geri gelmeyince merak edip gitmişler ve bakmışlar ki köpek sıcak bir suya düşmüş, çıkamıyor. Böylece bugünün ünlü Tiflis hamamlarının sıcak suyunun kaynağı bulunmuş olmuş.

Burada ilginç bir Cami var. Çift mihraplı Cami olarak bilinen Cuma Cami. Tiflis’in en eski ve tek camisi. Cami 1895 yılında inşa edilmiş. Camide hem Sünnî hem de Şiî Müslümanlar ibadet ediyor. Caminin hem sağ tarafında, hem de sol tarafında mihrap var. Yani cami ikiye bölünmüş, ama fizikî bir duvar ayrımı yok. Camide iki imam varmış ve kendi cemaatlerine farklı zamanlarda namaz kıldırıyorlarmış. Caminin içerisindeki çiniler görülmeye değer güzellikte. 

Tiflis'in önemli yapılarından Trinity Katedrali 1995 - 2004 yılları arasında inşa edilen, dünyanın üçüncü en yüksek Doğu Ortodoks katedrali ve toplam alana göre dünyanın en büyük dini yapılarından birisi. Çok fazla ziyaretçisi vardı. Katedral büyüklüğü nedeniyle çok uzaklardan bile görülebiliyor. Altın renkli görüntüsü, mermer merdivenleri ve çok yüksek tavanını ilgi çekici bulduk.

Tiflis gezmesinin yorucu geçen bu ikinci gününün akşamı buranın gece hayatı ile ünlü Tkavi çıkmazı denilen bölgesine gittik. Türk restoranlarının da bol olduğu ama daha çok Arap restoranlarının olduğu sokağı çok sevdik diyemem ama yerli biralarının tadına baktık. Şarapları kadar güzel olmadığını söylemek isterim.







TİFLİS - ASTRAHAN

Artık sabah Rusya yoluna çıkma zamanı…

Tiflis'te kaldığımız yerden sabah erkenden Vladikavkaz yönüne doğru yola çıktık. Erkenden çıktık çünkü aldığımız bilgilere göre Rusya'ya geçmek için gideceğimiz yol çok dağlık, muhtemelen kar nedeniyle aralıklı kapalı olacak. Gümrük geçişi nasıl olacak onu da merak ediyoruz. Dolayısı ile gündüz gözü ile yol almak istiyoruz. Kahvaltı bile yapmadan çıktık, o derece!

Bir saatlik yolculuktan sonra Ananuri kalesinin önünde mola verip, kahvaltı yaptık. Kale güzel bir baraj havzasına bakıyor. Aragvi nehri boyunca devam ettik. Nehirde çok sık rafting yerleri olması dikkatimizi çekti.

Herkes yol çok kötü dedi ama bize çok kötü gelmedi. Kar tünelleri biraz ürkütücü gelse de kocaman Tırlar ile bile kolaylıkla geçilebiliyor. Dağlar çok vahşi ve ıssız. O ıssız dağlarda çok berrak, bembeyaz bir kar beklenir ama bir kirlilik vardı. Yol kenarlarında bizdeki gibi öyle geniş rahat dinlenme tesisleri yok. Kilometrelerce Tır kuyrukları var. Tır şoförlerine Allah kolaylık versin, gerçekten zor bir işleri var.  Her yerde "men Azeriyem" diyen Türkçe konuşan birileri var. Bu coğrafya çok vahşi ama bize bir o kadar da yakın.

Dağlar, tepeler, bol virajlı, çukurlu yollar aşıp, Kazbegi sınır kapısına geldik. Gürcistan tarafından çok kolaylıkla çıkıp, 1 km kadar sonra Rusya kapısına girdik. Pasaport kontrolü çok çabuk oldu. Karavanın bagajını, içini, tüm dolapları tek tek açtırarak baktılar. Bu iş toplam 10 dk sürmemiştir.Pasaportları kaşeleyip verdiler. Aaa bu kadar mıydı bu iş, çok kolay oldu diye sevindik. 

Sonra bizi bir konteynere yönlendirdiler. Orası da gümrük kontrol bölümüymüş, karavana geçici ithalat belgesi gibi bir şey vereceklermiş. Hikaye ondan sonra başladı. Orada çalışan kız belki de ömrümde gördüğüm en asabi, saygısız, seviyesiz gorevli çıktı. Herkese çok kötü davranıyor ama sanırım Türklere çok daha da kötü davranıyor. Rusça bilmiyoruz diyoruz ama o bıdı bıdı saydırıp duruyor. Dolduralım diye 3 tane form verdi. Doldurup veriyoruz. Yok burada imza çizginiz altına atılmış, yok burası okunmuyor filan diye formları geri verip yeniden doldurun diyor.  Sonuçta fırça yiye yiye o konteynerin önünde tam 4 saat ayakta bekledik. Bir ara yine yanlış doldurursanız sizi Gürcistan'a geri gönderirim dedi. Amaaan gönderirsen gönder dedim ama Türkçe bilmediğinden anlamadı sanırım. Umarım bütün kapı geçişleri bu kadar yorucu, sinir bozucu olmaz. Yoksa vay halimize. Bu sinir bozucu geçişten sonra direkt Vladikavkaz’da daha önce belirlediğimiz 42.9790, 44.6678 konumuna geldik ve geceyi burada geçirdik.

Sabah Vladikavkaz’da konakladığımız yerden güne başladık. Burası yol kenarında büyükçe bir park alanı. Arkasındaki ormana sabah erken saatlerde pek çok insan gelip yürüyüş yapıyordu. Önce çarşıda Rusya için yeşil sigorta yaptıracak sigortacı aradık. Bulmamız biraz zor oldu. Sonunda bulduğumuz adam sigorta fiyatlarını çıkardı, Sadece aylık sigorta yapılıyormuş ve çoklu sürücülü 10000 ruble, tek sürücülü 5000-ruble dedi. Bizim 3 gün sonra Kazakistan'a gideceğimizi öğrenince boşuna yaptırmayın, ceza yerseniz 800-ruble cezası var, şansınız iyi giderse yemezsiniz de dedi. Mantıklı deyip yaptırmadık. Kısmet artık!

Viladikavkaz çok küçük bir yer gibi görünüyor ama araç trafiği çok yoğundu. Sigortacıyı bulmak için karavanı park edecek yer bulmakta bile zorlandık. Yollarda ve köprülerde çok sayıda heykel var. Binalar çoğunlukla tuğladan, 2 katlı olarak yapılmış düzenli ve sakin bir yer havası var.








Nevruzda Özbekistan'da olmak istediğimizden biraz hızlı yol almaya çalışıyoruz. Bugün 300 km civarı yol geldik. Çeçenistan ve Dağıstan’dan geçtik. Çeçenistan'a geldiğimiz her taraftaki liderleri Kadirov’un resimlerinden anlaşılıyor. Hemen bütün erkekler bıyıksız ve uzun sakallı. Gencecik erkek çocuklar bile daha yeni çıkmaya başlayan sakallarını uzatma derdindeler. Kadınların, genç kızların hepsinin başı kapalı. Bazıları gerçekten saçı gözükmeyecek kadar sıkı sıkı kapalı olsa da çoğunluğu başlarında mendil gibi bir şeyle sadece tepeyi kapatacak şekilde bir örtü kullanıyordu. Bütün kadınlar elbise etekli, hiç pantolon giyen kadın görmedik. Bildiğimiz kapı, gümrük kontrolü yeri yok ama giriş ve çıkışta polis kontrol noktaları var. Bizi durduran olmadı.  

Çeçenistan bölgesinde çok sayıda yemyeşil ekili tarım alanları gördük. Çok sayıda sera var. Yol kenarındaki geniş arazilerde At sürüleri gördük. Büyük şehirleri Grozni'nin içinden geçtik. Çok büyük camileri var. Birisini Bizim Sultan Ahmet camisine benzettik. Cuma namazı zamanı olduğu için durup Camilerini gezemedik. Mezarları uzun taşlı ve üzerinde çatı gibi kubbeler var. Müslüman mezarlıkları çok bakımlı ancak Hristiyan mezarlıklarında inekler otluyordu. Petrol çıkarılan yerler gördük. Yol boyunca kocaman afişlerde sürekli Baba Kerimov, şimdiki Başkan Kadirov ve Putin fotoğrafları var.

Dağıstanlılar daha sevimli gibi geldi bana. Dağıstan girişinde polis bizi durdurup, kontrol etti.  Plakamızı gören polis Selamün Aleyküm diyerek geldi yanımıza. Saç sakal traşı olmuş, temiz giyimli polislerdi. Karavanı öylesine yalandan kontrol edip, geçin dedi. Dağıstan, Çeçenistan'a göre daha düzensiz, fakir bir görüntü içerisinde. Ekili alanları çok az. Yol boyunca kurutulmuş balık satmaya çalışan çok fazla yer var. Geceyi yol kenarındaki bir Tır parkında, Tırların arasında bir yerde konaklayarak geçirdik. uzun yolculuk yapmış olmanın yorgunluğu ile yeter dedik. Yarınki hedef Astrahan.

Sabah yola çıktık ve 400 km yol yaparak öğle üzeri Astrahan'a ulaştık. Volga nehri kenarında, insanların yürüyüş yaptığı Azimut otelin önünde 46.3491, 48.0198 konumunda yerimizi aldık.

ASTRAHAN

Astrahan modern yapıları ile şaşırttı. Önce olmazsa olmaz Astrahan Kremlin'ini gezdik. Kubbeleri yeşil, duvarlar beyaz bir saray ve Kilise'den oluşuyor. etrafında geniş parklar var ve parklar tertemiz. Burada Lenin'e selam vermeden geçemezdik, verdik selamımızı. Sokak aralarında gezerek kaybolduk. Karşımıza güzel bir ahşap müze çıktı, onu gezdik. 

Astrahan Volga nehrinin Hazar'a döküldüğü yerde,11 adacık üzerinde kurulmuş, dolayısı ile köprüleri ve su kanalları bakımından zengin bir şehir. Rusların meşhur havyarlarının tedarik merkezi burasıymış. Aynı zamanda Üniversite şehriymiş. Çok sayıda Türk öğrenci olduğu da söylendi. Yemek yediğimiz restoranda çok güzel Kafkas müziği ve oyunları izledik. 

Artık Özbekistan yoluna çıkabiliriz.

Astrahan'dan Kazakistan tarafına yola çıktık. Rusya'nın küçük köylerini geçe geçe ilerledik. O arada bir nehir üzerine kurulmuş, hiç güven vermeyen, uyduruktan duba gibi bir şeyler eklenerek yapılmış köprüyü hiç unutamayacağım.

Kazakistan girişinden sonra yolun büyük kısmı çok güzel. Saatlerce göz alabildiğince çöl gibi uçsuz bucaksız ovanın içinden gidiliyor. Aralarda at ve deve sürüleri var. Yer yer petrol sondaj makinaları çalışıyor. Ama saatlerce gidip tek insan görmediğimiz zamanlar oldu. Yol boyunca en çok olan şey mezarlıkları. Ancak gece ulaştığımız Atırav'da Stadyumun arkasında 47.0932 , 51.9073 konumunda park edip, geceyi orda geçirdik. Yorgunluktan ve karanlıktan dolayı şehri gezmek kısmet olmadı.

Ertesi sabah yola çıktık. Niyetimiz Özbekistan'a geçmeden sınıra yakın bir yerde geceleyip, sınır kapılarını gündüz geçmekti. Ancak Park etmeyi planladığımız yere gelince gördük ki tozun toprağın içinde bir köy. Arada esen rüzgârın kaldırdığı toz bulutunda nefes almak bile zorlaşıyor. Dedik biz Özbekistan yoluna devam edelim. 

Beyneu'da mazot deposunu doldurduk. Daha önce Kazakistan girişinde 450 kazak parasına (litresi 18 lira) aldığımız mazot burada 10 lira gibiydi. Pompada yine 450 yazıyor ama kasada verilen litreyi hesaplayıp neredeyse yarısı fiyat aldı. Anlamadık ama hoşumuza gitti. Burada depo dolunca tabanca otomatik kesmiyormuş. Deponun dolup pompanın durmasını beklerken dışarıya mazot taştı. 

Kazakistan'dan Özbekistan çıkış kapısına geldik. İlk terslik zaten sıraya girerken başladı. Bütün sınır kapılarında olan uzun tır kuyruğu burada da var. Normalde tırlar sağda kuyruk olur, küçük araçlar solda. Bizde doğal olarak tırların solundan devam edip kapıya dayandık. Önümüzde 6-5 araç var, ohh ne güzel sıra az deyip beklemeye başladık. Yarım saatten fazla bekledik ki birisi geldi uyardı, yanlış yerde bekliyorsunuz küçük araçlar tırların sağından giriyor dedi. Haydaaa. Geri geri gidip, tırların arasından bir boşluk bulup sağlarına geçtik. Uzun bekleyiş orada başladı. Önümüzde ancak 10 araç var ama sürekli tırları aldıkları için, 2 saatten fazla bekledik. Akşam yemeğimizi kuyrukta beklerken yedik.

Sonunda içeri girdik. İlk kontroller hızlı geçti, karavanı öylesine arayıp içeride işlemleri yapmaya gönderdiler.  Pasaport ve araç evraklarını polise verdik, bir şeyler anlattı anlattı, sonra ayağa kalkıp kulağıma fısıldayarak bir şeyler demeye başladı. Ben önce anlamazdan gelip, safa yattım ama olmadı. Adam orta yerde resmen rüşvet istiyor. Nakit param yok, kredi kartı kabul ediyor musun diye sordum. Kredi kartı ile rüşvet teklifime gülmemek için kendimi zor tuttum. Polis ne diyeceğini bilemedi, şaşırdı, olmaz para vermeniz lazım diyor. Güvenlik nedeniyle nakit taşımıyoruz filan dedim. O diretti, ben direndim. Gidin evraklara fotokopi çektirip gelin dedi. Bir fotokopi odası bulduk, içeride kimse yok. Çekmeceden boş kağıtlar bulup fotokopileri gizlice çekip geri geldik. Kuyruk uzamış, sıra beklerken gördüm ki millet pasaportlarının içine para koyup veriyorlar. Oradan birisi siz patrona da para vermemişsiniz işiniz zor dedi. Patron dediği ilk odada elimizdeki sıra kağıdına kaşe basan adam. Neyse sıramız geldi ve bu defa işimizi halletti. Araç işi bitti diye Pasaport kuyruğuna geçtik. Aşağıda başka bir yeşil damga daha basılması lazımmış. Araçları kontrol eden yerde yeşil yelekli denilen adamı bulduk. Kağıtlarımızı aldı, o da fısıldayarak bakıyor. Ona da nakit paramız yok, bilmiyorduk, kredi kartımız var, çok uğraştık yeter geçelim filan demeye çalıştık. Adam önce boş boş baktı, insafa geldi ve kağıtlara kaşe vurup verdi.

Pasaport polisi genç bir delikanlıydı. Türkçe anlıyorum ama konuşamıyorum dedi. En düzgün, güleç yüzlüleri oydu. Kısa sürede işlemleri yaptı.

Bitti, geçtik gittik sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Kapıdan çıkmak için bile bir saat karavanın içinde bekledik. Tırları geçiyorlar, sıra bize ne zaman gelecek Allah bilir. Sonunda Özbek sınırına dayandık! 

Özbekistan girişi nasıl olacak.  du bakalı.

Daracık bir yol, kapkaranlık bir ara bölge yolundaki bekleyişimiz 2 saat kadar sürdü. Sonunda tırlara ara verip ufak araç kuyruğundakileri almaya başladılar. Sıra bize gelince yaşasın kardeş Özbek polisleri, işimizi  sorunsuz çabuk  hallederler ve hemen geçeriz dedik. Dedik de demez olaydık!

İlk karşılayan polis başladı ahiret sorgusuna. Özbekistan'a neden gelmişiz, ne işimiz varmış, Türkiya'da (burada Türkiya diyorlar) sorun mu yaşamışız, o kadar yolu neden gelmişiz. Turistik gezi diyoruz, adam siz manyak mısınız der gibi bakan gözleri ile inanmadan bakıyor.  İlk sınavı geçip araç kontrol noktasına geldik. Benzer sorularla başladılar karavanı aramaya. Karavanı en ayrıntılı burada aradılar. Bagajımızdaki iki bavulu indirtip yan binadaki x-ray cihazından geçirip gelmemi istediler. Sorular ciddi ve gayri ciddi, hatta salakça sürekli devam ediyor. Arabada silah var mı, Polat Alemdar ne yapıyor, siz Türk müsünüz Kürt müsünüz?  şeklinde tekrarlayarak devam ediyor. Bitmek bilmiyor.  Araç kayıt kamerasını kapat diye kızdılar. Fişini çektim kapandı. Memori kartı var mı diye soruyor. Var desem bir sürü iş, yok dedim. Oaaa diye homurdandı, tamam diyor.  Hafıza kartsız araç trafik kamerası mı olurmuş))

Sonunda arama ve sorgulama bitti elimize tutuşturdukları kağıtları onaylatmak için binaya gönderdiler Ortamı nasıl tarif edeyim bilemiyorum. Eski Rus ajan filmleri izlemişseniz bilirsiniz. Karanlık ile loş arası aydınlatma, herkesin birbirine kuşku ile baktığı, her an bir şeyler olacakmış havası. İnanılmaz, çok farklı bir deneyim yaşıyoruz. Burada rüşvet yok ama bitmek bilmeyen onay var. Şu odaya gidip kaşe vurdurun, şu odada şunu kaydettirin tarzı işler bitmiyor. Sonunda bitti herhalde deyip karavanın yanına geldim ve yanıma başka bir polis yada görevli her neyse birisi geldi, beni takip edin, aracınızı kayıt edeceğim dedi. Bu vatandaş çok düzgün Türkçe konuşuyor. Nereden geliyorsunuz diye sorunca İstanbul dedim. Benim de İstanbul'da Beylikdüzü'nde evim var dedi.  Yaw dedim madem öyle saatlerdir burada sürünüyoruz, neden gelip yardım etmiyorsun?. Burada işler böyle gibi bir şey söyledi. Araç bilgilerini bilgisayara kaydediyor, toplasan 3-4 satırlık iş, yarım saatten fazla sürdü. Hava buz gibi soğuk. Anlama kapasitesi yerlerde sürünüyor.

Sonunda bir evrak verdi, işiniz tamam gidebilirsiniz dedi. Karavana atlayıp 200 metre kadar ilerideki çıkış kapısına gittik. Orada tekrar kontrol. Önce karavanın arka kapısını açıp öylesine baktı, sonra evraklara baktı. Süpriizzz. Şu evrağın şurasında iki kaşe daha basılması lazım, gidip bastırıp gelin dedi. Ben böyle her şeyi anlaşılır yazınca orada da anlaşılır konuştuğumuzu sanıyorsanız büyük hata yapıyorsunuz.

Çoğu Türkçe benzeri dil bilmiyor ve kelimeleri uzata uzata ve hızlıca bir şeyler söylüyorlar. Bizse bazen anlıyoruz bazen de anlamış gibi  yapıyoruz.. Tekrar karavanla geri döndüm. Beylikdüzü'lü polise gittim, işin tamam git dedin ama burada kaşeler eksikmiş dedim. Oaaa gibi bir şey dedi önce, ki burada tamam demek için genellikle oaaa gibi garip bir ses çıkartıyorlar, şu binaya git kaşelettir dedi. Gittim oraya, kuyruk var. Saat olmuş gecenin 01 i ve sanırsam hepsi tır şoförü. Görevliye kağıdımı göstereyim dedim, bir uğultu oldu. Türkçe bilen birisi, görmüyor musun sıra var dedi. Haydaa, sesini yükseltirsen kavga etmek anlık iş. Sessizce sıra beklerken bir süre sonra oradan birisi, sizde tır yok galiba burada değil de şurada işinizi yaptırmanız lazım dedi. Dediği odaya gittim, oradaki de önce baştaki odaya gidin dedi. Baştaki odaya gittim, masanın üzeri para dolu, para sayma makinesi ve pos cihazları var. Şu kadar Özbek parası ver dedi. Baktım burada kaçış yok yada rüşvetten çok verilmesi gereken bir para gibi duruyor. Özbek param yok, kredi kartı yada Rus rublem var dedim. Kredi kartı olmaz, ruble olur 200 ruble ver dedi. 200 ruble 50 tl ediyor zaten, tereddüt etmeden verdim. Yan odada o dedikleri kaşeleri bastırıp, kapıya gittik.

Akşam 6 gibi girdiğimiz Kazakistan sınır kapısından gece 01.30 gibi Özbekistan tarafına geçmiş olduk.

Varsa cesaretiniz, bu sabrınız ve enerjiniz sizler de buyurun. Ben bile kendime şaşıyorum ama şartlar böyle.

Özbek tarafına geçince o yorgunlukla hemen kapı çıkışındaki lokantanın yanında kaldık. İki aylığı 15 dolardan sigorta yaptırdık. Oradaki duş yerinden hortumlarla suyumuzu doldurduk. Özbekistan tarafının yolu Kazak tarafını aratmıyor. Kötü. Çok kötü... Saatlerce yokluğun ortasında araç sürüyorsun. Issızlığın ortasında türküsü iyi gidiyor )). Kazak tarafında olan at veya deve sürüleri bu tarafta yok. Sınırdan Nukus şehrine kadar, aralardaki kısa molalar dahil, 12 saat araç sürmüşüz. Yol boyu öyle bizdeki gibi dinlenme yerleri filan yok. 1-2 yerde uyduruktan kafeler vardı. Yol boyunca petrol istasyonu yok. Buralarda deponun bitmesini beklemeden azaldıkça doldurmak gerekir. Mesafeler çok uzun, yoksa yolda kalmak işten bile değil. 

Sonunda Özbekistan’ın Nukus şehrine ulaştık ve artık asıl kültür gezisi gezimiz de başlamış oldu.


NUKUS - UZBEKİSTAN

Nukus'a akşam gelip Tiyatro binasının yanındaki otoparkta, 42.4586, 59.6037 konumunda  karavanımızı park ettik. Sabah kalkınca gördük ki sağımız solumuz araba ve insan dolu. İnsanlar siyah takım elbiseli, kadınlar oldukça şık giyimli. Herkes telaşla tiyatro binasına gidiyorlar. Anladık ki bugün Nevruzun ilk günü ve resmi Nevruz kutlaması orada olacak. Kahvaltı sonrası biz de oraya gittik. İçlerinde resmi takım elbise giymemiş olan sanırım sadece ben vardım. Buralarda yönetim sistemi biraz karışık.   Rusya'da zaten çok fazla var, yani ülke içerisinde Cumhuriyetler var. Ben sistemlerini hala çözemedim.. Bulunduğumuz Nukus şehri Özbekistan içerisinde Karakalpakistan Cumhuriyeti'nin başkenti imiş. Tiyatroda herkes yerini aldı ama tören bir türlü başlamıyor. Epey bekledikten sonra salona birileri girdi ve herkes aynı anda ayağa kalktı. İster istemez biz de kalktık. Adam yerine oturduktan sonra herkes yerine oturdu.  Meğerse gelen adam Karakalpakistan Cumhuriyeti Cumhurbaşkanıymış. Sonrasında törenler başladı. Önce uzun uzun konuşmalar yapıldı, arkasından yerel sanatçılar şarkılar söylediler, halk oyunları ekipleri dans gösterileri yaptılar. Yalnız bütün bunlar eski alışkanlıkları olsa gerek eğlenceden uzak, daha çok resmi geçit merasimi havasında gerçekleşti. Konuşmaların bir kısmı bizim Türkçeye yakın, azıcık anlayabiliyoruz ama çoğunu anlamak mümkün değil.

Tören sonrası çıkıp Nukus Sanat Müzesine gittik. Şehri Nevruz nedeniyle epey süslenmiş gördük. Anladık ki buralarda Nevruz hakkını verilerek kutlanıyor. Müze girişi 160.000 Özbek Somu.

Normalde yurtdışında Türk restoranlarına pek gitmeyiz ama burayı merak edip, hadi yiyelim dedik. Yozgat'lı bir vatandaş açmış, aşçısı da Yozgat'lı. Bize kafana göre bir şeyler ver dedik. Saç kavurma ve kızartma salatası verdi. Burada bütün salatalar etli dedi.


Yemekten sonra pazar yerini dolaştık. Pazarda her şeyin turşusu var. Et, ciğer ve işkembe turşusu dahil. Fiyatlar bizden çok farklı değil.

Nukus temiz, düzenli bir şehir. Geniş ve temiz caddeleri var. Şehir Aral gölü yakınında yerleşmiştir ve etrafında Karakum , Kızılkum, Taşlı çöller vardır. Yani çöllerin ortasında bir şehir olarak tanımlayabiliriz. Dünyanın en iyi müzelerinden biri olarak değerlendirilen gezdiğimiz Savitskiy Sanat müzesinin burada olması şehrin en büyük zenginliği. Bu müzeyi ziyarete Jacque Chirac’ın geldiğini de söylersem sanırım önemi daha da anlaşılır.. Müze haricinde tarihi Harezm’a ait olan Nukus  Herodot tarafından “1100 şehrin devleti” olarak adlandırılmış.

Nukus gezimizi bitirip Hive yoluna doğru  çıktık. Yine bir efsane köprüden geçtik. Burası Ceyhun nehrinin  üzerinde metal plakalarla yapılan bir köprü. Kopan yerlerini kaynakla yamaya yamaya güvensiz bir hale gelmişti ama sıkıntı olmadı.  Yolda mazot aldık, yine depodan mazot taştı, her taraf mazot oldu. Yol boyunca bolca pirinç tarlası var. Hepsi su dolu ama yol kenarlarında karavanın deposuna almalık su hiç yok.  İçme suyunu nereden sağlıyorlar bilemiyorum. Resmen çölün ortasında yol alıyoruz. Şehir dışındaki mezarlıklar uzaktan görünce başka bir şehir gibi görünüyor ama yaklaşınca mezarlık olduğu anlaşılıyor. Hive'ye yaklaştıkça meyve ağaçları ve ekili alanların sayısı artmaya başladı. Seraların çokluğu da dikkati çekiyor. Sonradan öğrendiğimize göre burada seralar bile doğalgaz ile ısıtılıyormuş. 


HİVE - ÖZBEKİSTAN

Nukus Hive arası 170 km ve artık Özbekistan’ın önemli şehirlerinden Hive’deyiz. 41.3777, 60.3707 konumuna karavanı park ettik.  Özbekistan'ın batısındaki Harezm bölgesinin incisi olarak bilinen Hive'yi gezmeye başlayınca, bir zamanlar tüccarların, sanatkarların ve alimlerin dolaştığı sokaklardaki tarihi dokunun bugüne kadar iyi muhafaza edildiğini gördüğümüzün şaşkınlığını yaşıyoruz.

Toprak rengi ve kızılın hakim olduğu bu kadim kent, ülkenin diğer şehirlerine göre oldukça farklı bir havaya ve kendine has mimariye sahip olduğunu öğreniyoruz.. Geçmişle iç içe yaşayan bu büyüleyici şehir, labirenti andıran yapısıyla taş ve dar sokaklarında bizi tarihin derinliklerinde uzun bir yolculuğa çıkarıyor.

Şehir, cebir ve algoritmanın kurucu olarak bilinen ve "0" rakamını bulan ünlü alim El Harezmi ile gökbilim, matematik ve doğa bilimleri alanındaki çalışmalarıyla tanınan bilim insanı El Biruni'nin doğup büyüdüğü topraklara ev sahipliği yapmasıyla da ayrı öneme sahip.

Tarihi İpek Yolu üzerindeki en eski şehirlerden Hive ismini rivayete göre, geçmişte yolcuların buradaki bir kuyuda su bulması ve suyu ilk içtiklerinde "Hey vah!" diyerek şaşkınlıklarını dile getirmesinin ardından almış. Zamanla "Hey vah" adı bugüne "Hive" olarak gelmiş.

"Gökyüzü altındaki açık hava müzesi" olarak adlandırılan, İç içe iki surun çevrelediği bu şehir, adeta zamana ve modernizme meydan okuyor. Hive'de, nüfusun büyük bölümünün yaşadığı ve günümüze sadece bazı kalıntıları kalan en dıştaki surların çevrelediği yeni şehir yerleşkesine "Dışan Kale" deniyor. Daha küçük bir topluluğun yaşadığı, tarihte maruz kaldığı birçok saldırıya rağmen halen dimdik ayakta duran surlarla çevrili eski şehir yerleşkesi ise "İçan Kale" olarak biliniyor.

Hive'nin mimari ve görsel açıdan en etkileyici bölümünü içinde tek bir yeni yapının yer almadığı "İçan Kale" oluşturuyor. Eski şehrin her sokağında, mavi, turkuaz ve yeşil tonlarında çinilerle bezenmiş kesilmiş koni şeklinde minarelere, iki katlı medreselere, dönemin Han'ının yazlık ve kışlık sarayına, yaklaşık 2 bin kişinin aynı anda namaz kılabildiği cami ile çok sayıda toprak rengi yapıya rastlamak mümkün. Hive'de en dikkat çeken unsur ise şehrin tamamen yatay mimariyle inşa edilmiş olması.

Kale içinde çinilerle süslenmiş yapılara dikkatli bakıldığında, boyanmış kare şeklindeki taşların her birinin üzerine Arap harflerinin yazıldığı, böylelikle hangi taşın nereye konulacağını bir yap-boz gibi gösterir şekilde işaretlendiği görülüyor.

Eski şehirdeki en dikkat çekici yapılardan biri de Pehlivan Mahmud Türbesi. Hive'de 1247'de dünyaya gelen şehrin efsanevi kahramanı Pehlivan Mahmud'un aynı zamanda şair ve yazar olduğu biliniyor. Katıldığı hiçbir müsabakada sırtının yere değmediği, hiçbir güreşi kaybetmediği rivayet edilen Pehlivan Mahmud'un kazandığı bütün parayı yetimlere ve yoksullara dağıttığı dilden dile anlatılıyor. Pehlivan Mahmud'un ve bazı hanların mezarının yer aldığı türbenin bahçesinde bir de su kuyusu bulunuyor.

Hive'nin en önemli sembollerinden Cuma Camisi içinde yer alan 212 ahşap sütunun üzerindeki işçilik göz kamaştırıyor. Cami içerisindeki hiçbir sütun bir diğerine benzemezken, sütunlar üzerindeki ahşap işlemeciliği de ustaların maharetini yansıtıyor. Öte yandan sütunlar o kadar muntazam yerleştirilmiş ki minberden bakıldığında hiçbir sütun bir diğerini kapatmıyor ve cemaatin her bir ferdi imamı görebiliyor.

Hive kale içerisinde her yer pazar yeri havasında. Özbekistan’a girdiğimizden beri ilk defa burada yabancı, Avrupa’lı turistler gördük. Anlaşılıyor ki buralar bizim tarafımızdan çok bilinmese de dünyanın gözü üzerlerinde..Pazarda fiyatlar başlangıçta yüksek ama inanılmaz bir pazarlık işi var. Pazarlıkla fiyatın nerelere ineceğini tahmin etmek zor. Karşılıklı sabıra bağlı..

Hive'de dikkatimi çeken başka bir şey.. Minibüslerin üzerinde ve altında metan gaz tankları var.  Araçlar bunlar ile çalışıyor. Zaten yollarda çok sık metan gaz istasyonları ve bunların hemen hepsinde kuyruklar vardı. Burada benzin, mazot pek revaçta değil .Sanırım bu yüzden biz dizel bulmak için zorlanmıştık.

Özbek pilavı ile Hive’de tanıştık. Daha sonra yapılışı hakkında ayrıntılı bilgi edinirsem yazmaya çalışırım ama ilk izlenimime göre güzel pilavın üzerine et konulmuş bir hali var. Sanırım beklentimiz yüksek olduğu için çok fazla şaşırtmadığını söylemeliyim.

Hive’de ara sokaklarda dolaşırken bizi bir süpriz karşıladı. Mahalle arasında sokakta kaynayan kocaman biz kazan görünce bu nedir diye merak edip, sormaya çalıştık. Türkiye’den geldiğimizi öğrendikçe onlar da bizi merak etmeye başladılar ve böylece kalabalık bir grup arasında kaldık. Böylece Sümelek tatlısı ile tanışmış olduk.


Özbekistan’da Nevruz Bayramı resmi kutlamaları gece ve gündüz sürelerinin eşit olduğu 21 Mart'ta yapılsa da halk arasındaki kutlama etkinlikleri mart boyunca devam ediyor.Özbekistan'da aynı zamanda insanları birbirlerine yakınlaştıran ve bir araya getiren bayram özelliği taşıyan Nevruz günlerinde aynı mahallede yaşayan insanlar bir araya gelerek Nevruz yemekleri "kök samsa",  Özbek usulü keşkek "halim" ve Özbek pilavı ile Nevruz tatlısı “sümelek” hazırlıyormuş. İşte bizim kocaman kazanda gördüğümüz şey bu Sümelek tatlısı imiş.

Suda bekletilerek çimlendirilen buğdayın suyunun büyük kazanlarda kaynatılarak yapılan bir tatlı olan Sümelek, toplumda saygı gören kadınların öncülüğünde çok sayıda kişi tarafından ortaklaşa hazırlanıyormuş. Hazırlanırken içerisine ceviz veya taş da atılıyormuş ve karıştırırken dilek tutuluyormuş. Daha sonra 5-6 saat kapağı kapatılarak demlenmeye bırakılan ve böylece yaklaşık 24 saatte hazırlanan sümelek, Özbeklerde, her derde deva, hastalıkları iyileştirici, güç ve kuvvet kaynağı sayılıyor. Sümelek, önce mahallenin yaşlı ve hastalarına, ardından da tüm sakinlerine dağıtılıyormuş. Kasesinden ceviz veya taş çıkan insanın ise tuttuğu dilek veya duasının kabul edildiğine inanılıyor.

Bize karşı çok sıcak misafirperver davranan Sümelek tatlısını yapan kadınlar, aslında biraz daha beklemesi lazımdı ama size mutlaka tattırmak istiyoruz diyerek ikram ettiler. Tadı bildiğimiz, alıştığımız tatlılar gibi olmasa da değişik bir tatlı tatmış olduk. Sonrasında dualar okundu ve devamında ortaklaşa halaylar çekilip, oyunlar oynandı. Keyifli bir karşılaşma yaşamış olduk.

Son olarak Özbeklerde “sümelek” tatlısının ortaya çıkışıyla ilgili rivayetten de bahsedelim;

Bir rivayete göre, bir anne ilkbahar döneminde evinde yiyecek bulamayınca aç kalan ikiz çocuklarını doyurmak için evinde bulduğu çimlenmiş buğdayı alır ve su koyarak kaynatır. Çocuklarını kazanın içinde bir şeyler olduğuna inandırmak ve kaynadığında ses çıkarması için ise kazana bir avuç taş atar. Gece geç vakte kadar yemek bekleyerek açlıktan yorulan çocuklarını uyutmak isterken, kendisi de uyuyakalır. Uyandığında ise artık sabah olmuştur ve içine çimlenmiş buğdayı attığı kazandan güzel kokular gelir.

Rivayete göre, gece gökten inen 30 melek sabaha kadar kazanı karıştırır ve ortaya “sümelek” çıkar. Bu nedenle yemeğe Farsça'da 30 melek anlamına gelen "sümelek" adı verilir. Bu rivayetin dilden dile göçtüğü, kuşaktan kuşağa geçtiği Özbekistan'da halen ikiz çocuğu dünyaya gelen her aile mutlaka evinde sümelek hazırlayarak, yakınlarına ve komşularına dağıtırmış.

Görüldüğü üzere Sümelek tatlısı, sadece bir yiyecek değil, aynı zamanda bir inanışın ve dayanışmanın simgesi. Geleneksel yöntemlerle pişirilirken dilek tutulması ve taşlarla karıştırılması, bu tatlıyı Özbek kültüründe benzersiz kılıyor.

Aslında Balıkesir yöresinde yapılan Höşmerim tatlısı hikayesine ne çok benziyor. 

 Hive, Karakum çölü merkezinde, Amuderya’nın sol kıyısında Buhara şehrinden 450 km uzaklıkta yerleşen bir şehir. Hiva şehrine “ Gökyüzü altındakı açık müze ” derler. Şehir Büyük ipek yolundaki önemli kentlerinden biri olmuş. 16. y.y.da Timur hanedanının başkenti olmuştur. Biz Mart ayında Hive'deyiz ve çok rahatsız edici bir sıcak var. İnsanlar burada yaz sıcağında ne yapıyorlar bilmem. Tavsiyem odur ki buralara yaz aylarında gelmemek gerekiyor. Güneşin altında iki katlı toprak damlı evler var. Özellikle eski şehirde yeşillik adına hiçbir şey yok. Ama Hive tarihsel açıdan önemli bir kültür - ticaret merkezi olmaya devam ediyor.. 


URGENÇ - ÖZBEKİSTAN

Urgenç Harezmi Oblastının en büyük şehri. Bu arada oblastı bölge demek. Urgenç'in ilk intiba olarak büyük, düzenli ve temiz bir şehir havası var. Artık Mart ayının sonları olduğu için bahar gelmiş, meyve ağaçları çiçeklerini açmış, ılık bir hava hakim. Karavanı park ettikten hemen 

sonra Avesta anıtının oraya gittik. Etrafı açık geniş ve güzel bir parkın içerisinde bulunuyor. Sonrasında hemen yakınındaki Avesta müzesini görmeye gittik. 

Burada azıcık bilgi verelim. Avesta kutsal metin anlamına gelir ve bazılarınca dinlerin atası sayılan Zerdüştlüğün Kutsal kitabının adıdır. Zerdüşt'ün doğduğu ve yaşadığı topraklar tam da buralardır.

Buradaki Avesta Müzesi gerçekten ilginç. İnanılmaz tarihi eserler var ve o kadar ortalığa dağılmış, korunaksız, güvenliksiz bir şekilde duruyorlar ki. Bizi müzenin kurucusu ve direktörü olan 82 yaşındaki Kemal amca karşıladı. Türkiye'den geldiğimizi öğrenince özellikle ilgilendi ve bize müzeyi kendisi gezdirerek eserleri tek tek anlattı. Kendisi de Zerdüştlük üzerine kitaplar yazmış. Ömrünü bu müzeyi oluşturmaya adamış, oldukça donanımlı bir amca. Müzede 2 milyon yıllık taşlaşmış ağaç fosilinden 2 bin yıllık kafatasına kadar pek çok eser var. Zerdüştlüğe dair çok sayıda resim var. En önemli eserlerden olan Ali Sir Nevai'nin el yazması Kuran'ın ortalıkta korumasız bir şekilde duruyor olması şaşırtıcıydı. 


Aslının Taşkent'te olduğunu söylediği Hürrem Sultan'ın nü tablosunu gösterdi. Tabloyu kapatan önündeki eşyaları açtıktan sonra bize gösterdi. Neden kapalıydı diye sorduk, normalde Müslümanlara göstermiyorum ama sizin görmenizde sakınca görmedim dedi. 

Urgenç'de Celalettin Mengüberdi'nin çok büyük bir at üzerinde heykeli var. Orada konuştuğumuz görevliler bize onu Osmanlı'nın kurucusunun babası diye tanıttılar. Harezm ülkesi Moğol saldırısına uğrayınca babası öldürülmüş, erkek kardeşi Cengiz Han ile anlaşma yapmış. Celalettin Mengüberdi, Cengiz Han ile savaşmış ve yenilince Diyarbakır'a sığınmış ama Diyarbakır'da maalesef öldürülmüş. Celalettin Mengüberdi yada diğer adı Celaleddin Harzemşah, Harezmşahlar devletinin son hükümdarıdır. 

Urgenç’i nispeten büyük ama asıl önemlisi temiz, düzenli ve zengin bir şehir olarak gördük. Geniş parkları, yüksek binaları ile modern bir şehir havasında. Urgenç'de gezdikten sonra aslında biraz Buhara yoluna gelelim demiştik. Çünkü Buhara buraya 420 km uzaklıkta ve artık uzun yollar istemiyoruz. Ama baktık Celalettin Harzemşah atlı anıtının önünde ciddi bir konser hazırlığı var, sorduk ve yarın saat 11 de konser var dediler. Madem öyle kalalım dedik.

Anıta 100 m kadar mesafede park edip, konakladık. Sabah erken saatte insanlar gelmeye başladı. Saat 10'dan sonra biz de gittik. Biz bekliyoruz ki  herhalde Nevruz nedeniyle konser, gösteri olacak. Meğerse Özbekistan'da 30 Nisan'da Anayasa referandumu varmış. Bu toplantı da onun içinmiş. Arada şarkılar olsa da çoğunlukla propaganda konuşmaları ile devam etti. İnternetten baktım,  demokrasileri bizden farklı değil. Bir torba Anayasa değişikliği hazırlanmış, içinde iyileştirmeler var ama asıl maddesi Başkanın görev süresini 5 yıldan 7 yıla çıkartıyormuş.

Orada tanıştığımız çok az Türkçe ve İngilizce bilen  bir doktor hanıma sordum. Herkes Anayasa değişikliğini onaylıyor mu, Hayır diyen yok mu? dedim. Herkes evet diyor dedi. Eee o zaman neden oya sunuluyor diye güldüm. O arada dikkatimizi birisi çekti. Genç bir adam sürekli dibimizde ve kulağı, dikkati hep bizde. Konuyu kapattık. Nemize lazım, yaban ellerde tufaya gelmeyelim!. Konser izleyeceğiz diye bir günümüzü gereksiz yere harcamış olduk ama az biraz yönetim şekilleri hakkında bilgi sahibi olduk. Artık Buhara’ya gidebiliriz.


BUHARA - ÖZBEKİSTAN

Buhara'ya ulaşmak kolay değil. Urgenç Buhara arası 420 km ve bildiğin çöl. Gerçekten çöl, zaten Kızıl Kum çölü'de burası. Yolda bir ara bizi polis durdurdu. Kontağı kapatın ve şoförler dışarı çıksınlar dedi. Biz şaşkınlıkla ne oluyor diye bakınıyoruz. Polise hayırdır diye sordum ve öğrendim ki çöl boyu yorulup, dikkati dağılan şoförlere zorunlu 5 dakika istirahat ve kendine gelme molası verdiriyorlarmış. Öğrenince hem rahatladık hem de uygulama hoşumuza gitti.

Artık akşam oldu ve artık Buhara'dayız… 39.7770, 64.4118 Konumunda, tam kalenin dibinde park edip, geceledik. 

Buhara'da artık sıcaklık kendisini iyice hissettirmeye başladı. Daha Mart ayı olmasına rağmen rahatsız edici bir sıcaklık var. Buralarda yaz aylarında nasıl yaşıyorlar bilemem. Buhara gezimize Ark Kalesini gezerek başladık.  4 hektar genişliğe, 20 metre yüksekliğe sahip devasa kale, Özbekistan'ın en eski yapılarından birisi. Yaklaşık 2500 yıllık geçmişe sahip Buhara’nın tarih sahnesine inşa ettiği ilk somut yapı olarak kabul ediliyor. Tarih boyunca hem emir sarayı hem de karargâh olarak kullanılmış. Kalenin içinde saraylar, mescitler, harem, zindan ve dinlenme yerleri gibi bölümler var.

Cengiz Han’ın istilasında ciddi zarar gören kale, son şeklini 16. yüzyılda almış. Ancak 1920 yılında Kızıl Ordu'nun saldırısında neredeyse tamamen tahrip edildiğinden beri şimdiye dek sadece tarihi ve arkeoloji müzelerini barındıran birkaç bina restore edilmiş. Kaleye giriş turistler için 40 000, Özbekler için 10 000 Som..

Buhara'nın bizim tarihimizde özel bir yeri var. Tarih kitaplarımızda mutlaka bir şekilde geçer. İlber Ortaylı hocanın "bu 5 şehri görmeden ölmeyin" dediği şehirlerden birisidir Buhara.

Kalenin hemen karşısında havuzlu cami var. Girişindeki ahşap süslemeler ve çiniler çok güzel. Önündeki havuz 18.yy da kuraklık olunca halkın içme suyu ihtiyacını karşılamak için yapılmış. Cami tadilatta olduğu için içini göremedik.

Buhara'da o kadar çok tarihi eser var ki hepsini burada yazmak mümkün değil. Örneğin İsmail Samoni Türbesi, Orta Asya’da yapılan en eski Müslüman türbesi. Samani hanı İsmail Samani tarafından aslında babası için yaptırılmış, sonra kendisi de oraya gömülmüş. MS. 905 yılında tamamlanan türbe, erken dönem İslam mimarisinin en önemli eserleri arasında sayılıyor.

Tamamen tuğladan örülü kare şeklinde duvarları üzerinde, kubbesi de tuğla ile kaplanmış. Tuğlalar dekoratif kullanılmış, işçilik, planlama ve süsleme açısından çok güzel bir türbe. Türbe Moğol saldırıları sırasında kumlar altında kaldığı için talan edilmemiş ve iyi konumda günümüze kadar gelmiş. Dışı gibi içi de çok dekoratif. Kubbenin ortasında yer alan açıklık ve üç tarafında pencere görevi gören kapılar ile çok aydınlık bir türbe yapılmış.

Burada her yere giriş para ile. Bu türbeye giriş de 10 000 Özbek Mintonu. Burada öyle diyorlar.


Ay yıldız şeklinde olan yer Muhammed Bahaüddin Nakşibendi'nin, diğer adı ile Buhari'nin türbesi. Kendisi Nakşibendi tarikatının isim babasıymış. Mezarı daha önce Semerkant'ta imiş, sonradan buraya getirilmiş. Türbe içerisinde el yazması Kuran yanında  Buhari'nin yazdığı diğer kitaplar ve eşyaları bulunuyor. Buhari burada şehrin koruyucu azizi olarak kabul edilirmiş. 

Gece ışıklı hali daha güzel olan Kalan minaresi 1127 yılında Arslan Han tarafından yaptırılmış. Minare, yıllarca suçluları atarak idam etmek amacıyla kullanıldığından dolayı halk arasında “Ölüm” Kulesi olarak da bilinmektedir. Minare, Kalan Camii ile Mir-Arap-Medrese arasında bulunuyor. 

Uluğ Bey Medresesi ise Timur'un oğlu ( ünlü matematik, astronomi ve fizik bilgini ) Uluğ Bey adına yapılmış ve Buhara'nın bilim merkezi olmasında çok etkisi olmuş bir medrese..

Bütün medreselerde artık turistik satış yerleri var. Yöresel ipek işlemeler, halı, kilim gibi şeyler satılıyor.

Hopa'dan çıkış yapıp Buhara'ya gelmek  iki haftayı buldu. Özbekistan'a geleli de bir haftayı geride bıraktığımıza göre, Özbekistan hakkında biraz izlenimlerimi yazayım..

Özbeklerde inanılmaz derecede bir Türkiye hayranlığı var. Onların gözünde biz cennette yaşıyoruz ve hepimiz çok zenginiz.

Bizim Türkiye'den geldiğimizi öğrenince sanki uzaydan gelmişiz gibi  hayretler içinde bakıyorlar. Bir çok yerde korkmayın biz de bu dünyalıyız diye espri bile yaptım, o derece. Hele karavanla geldiğimize inanamıyorlar. Burada “karavan” demek deve kervanı demekmiş. Bunu öğrenene kadar epey komik muhabbetimiz oldu. Arabaya Maşine diyorlar, artık Maşine ile geldik diyoruz.

Çoğunun hayalinde gidip Türkiye'de çalışmak var. Epey bir kısmı da gidip çalışmış zaten. Anladığım kadarıyla son 2 yıldır Türkiye'de doların yükselmesi onları da etkilemiş ve geri dönmüşler. Türkçeyi Türk dizilerinden öğrendim diyen çok kişiye denk geldik.

Özbekistan yönetimi ülkeyi modernleştirmek için inanılmaz özenli çalışıyor gibi. Her yer ama özellikle turistik yerler çok temiz. O kadar çok temizlik görevlisi var ki, hemen hepsi de kadın çalışan.. Tabelalarda çöp atmanın cezası 1 milyon som yazıyor ve kamera ile takip ediyoruz uyarıları var. Buna rağmen şaşırtıcı derecede yere tüküren var. Olur olmaz yerde tükürüyorlar.

Selam verme konusunda inanılmazlar. Büyük küçük, kadın erkek hiç fark etmiyor.. Göz teması kurduğunuz herkes esselamualeyküm  diyor.

Bir Özbek ile hiç Türkçe bilmiyor olsa bile bir şekilde anlaşıla biliniyor. Hiç bilmiyorum diyen bile Türkçe bir şeyler biliyor. Çok fazla ortak sözcüğümüz var. Hele ki sayıların tamamı aynı gibi. Hive'de müzedeki kadın bu peşku dedi, bilemeyeceğimizi düşünüp tarif etme telaşına düştü. Yahu peşku işte, kim bilmez bunu dedik. Ben bilmiyorum diyen var mı?

Turizmin para kazandıran bir şey olduğunu öğrenmişler. Herkes bir şey satma çabasında. Ama her şey pazarlığa tabi. 22 dolar denilen ahşap meyvelik, 2 dakikada 7.5 dolara inebiliyor. Fiyat yüksek dediğiniz anda sizin vermek istediğiniz ne kadar diye soruyorlar. Kazaen çok düşük söylemezseniz tamam diyorlar ve almak zorunda gibi kalıyorsunuz.

Her tarafta Turizm polisi var. Normal polis yok gibi bir şey. Bu da turizme verdikleri önemin bir başka göstergesi.

Burası bir İslam ülkesi ama dini bir hava yok gibi bir şey. Öyle bizdeki gibi cami minaresinden çok yüksek sesle ezan okunmuyor. Zaten camilerde minare yok denecek kadar küçük ve hoparlörlerden  gelen sesi kulak kabartmazsanız duymuyorsunuz. Şimdi ramazan ayındayız ama ortalıkta ramazanda olduğumuza dair tek işaret, bazı cami kapılarında yazan Ramazan Mübarek yazısı.

Buhara modernleşmeye çalışan tarihi bir kent. Ama buraya gelirken gördüğümüz köy ya da kasabalar inanılmaz derecede çöl havasında. Zaten geldiğimiz bölgenin adı Kızıl Kum. Bildiğin çölün ortasında yerleşim yerleri. Tek bir yeşilin, ağacın, fidanın olmadığı toz toprak altındaki yerler. İnsanın oralarda yaşaması mümkün değil. Sürekli söylediğimiz bir söz oldu.. İyi ki atalarımız buralarda kalmayıp, Anadolu'ya gitmişler. 

 

Sabah Buhara'da Semerkant yoluna çıkmadan önce, görmediğimiz son yer olan Çar Minar medresesine gittik. Buhara'nın sembolü Çar Minar 1807 yılında Türkmen Halif Niyazkul tarafından yaptırılmış. Çar Minar dört minareli anlamına gelmektedir. Medresenin girişinde dört köşesinde turkuaz renkte dört minare inşa edilmiş. Halk arasında Buhara hanları tarafından yapılan son medrese olarak kabul ediliyormuş. Günümüzde ziyarete açık olan Çar Minar , bütün medreseler gibi hediyelik eşya satılan bir yere dönüştürülmüştür.

Özbekistan yemek kültürünü ileride daha derli toplu yazmaya çalışırım ama bu sokak tabelasındaki lavman bizim arkadaş camiasında çok fazla espriye neden olmuştur. Bildiğiniz tıbbi lavman değil, el yapımı makarnanın adıdır kendileri ))..


ŞEHR-İ SEBZ


Artık Buhara’yı geride bırakıp Semerkant yoluna çıkabiliriz. Ancak Buhara ile Semerkant arası çok uzak ve de yorucu olunca Şehr-i Sebz şehrine kadar geldik ve burada konaklayacağız. Buhara'dan burası 260 km. ve yolu yaklaşık 5 saatte alabildik. Yollar aralıklı olarak kötü olsa da tıngır mıngır gidiliyor. Buhara'ya kadar olan çöl yerleşim yerlerine göre bu taraf nispeten daha yeşillikli, daha yaşanılabilir yerler.  Kale içerisinde çok kısa bir yürüyüş yaparak dinlenmeye çekildik. Tam kalenin dibindeki 39.0620, 66.8289 konumundaki geniş otoparkta konaklıyoruz. Burası ile Türkiye arasında 2 saat fark var. 

Şehr-i Sebz, yeşil şehir demek. Burası Timur’un doğduğu yer.

Timur heykelinin arkasında gözüken Aksaray. Sarayın cephesi beyaz mermerle kaplı olduğu için Aksaray denmiş. Seyahatnamelerden edinilen bilgiye göre, iki katlı sarayın havuzlu geniş bir bahçesi, etrafında kabul törenleri ve eğlenceler için salonlar ile odalar varmış. Yapının içi ve dışı göz kamaştırıcı bir bezeme ile süslü imiş. Osmanlı’nın üstüne yürümesi için kendisini kışkırtmaya gelen İspanyol ve diğer Batılı elçileri Timur burada kabul etmiş. Bugün Aksaray’dan sadece 48 m yüksekliğinde, 21 m genişliğinde ana giriş kapısının parçaları kalmış. Timur burada çok önemli tarihi şahsiyet. Öyleki müzede biraz Türkçe bilen kız sürekli "Timur baba" olarak bahsediyor. Timur, katıldığı bir savaşta ayağı aksak kalacak şekilde darbe aldığından dolayı kendisine Aksak Timur anlamına gelen Farsça Timur-i leng, Türkçeleşmiş olarak Timurlenk deniyor olsa da burada Timurlenk denilmesi saygısızlık olarak kabul ediliyormuş.

Rivayete göre Taç kapının bir kanadında “Emir Timur Allah’ın gölgesidir” yazarmış. Diğer kanatta ise “Emir Timur gölgedir” yazdığı için bu yanlışı yapanı kuleden aşağı attırmış, deniyor.

Bir  diğer rivayete göre Timur, esir aldığı Yıldırım Beyazıt'ın karısı Olivera Despina'ya dansözlük yaptırmış, aşağılamış. Osmanlı padişahları da bu olaydan sonra hiçbir zaman nikah kıymamışlar; Ta ki Sultan Süleyman'a kadar. 

Aksaray ve çevresindeki tarihi yapılar çok geniş bir park içerisine. Park şaşırtıcı derecede temiz. Her taraf pırıl. Türkiye'den geldiğimizi öğrenen çocuklar şaşkınlıklarını gizleyemiyorlar. Beraber fotoğraf çektirmek istiyorlar. Çocukları kırmak olmaz..

Şehr-i Sebz'den Semerkant'a giderken bizim Artvin yaylaları gibi 1600 metrelik yüksek rakımlı bir dağı aştık. Yol bol virajlı ama güzeldi. Yolda Shlem D"Yavola denilen yerdeki doğal kalp işaretli yerde mola verdik. Yeşil olan her yer güzel. Günlerdir çöllerde yolculuk yapmaktan içimizin baydığını düşündüm.


SEMERKANT 


Semerkant ismi, Farsça ’da taş, kaya anlamına gelen “Soğdça” ve kent ve kale anlamına gelen “Kand” kelimelerinin birleşmesinden oluşur. Semerkant’a büyük ve ihtişamlı olması sebebiyle bu ismin uygun görüldüğü düşünülmektedir.

Semerkant, dünya üzerindeki en eski şehirlerden biri olarak kabul edilir. Şehrin, Persler tarafından MÖ 14.yüzyılda kurulduğu düşünülür. Antik Yunan zamanında Marakanda olarak adlandırılmıştır. Ahameniş İmparatorluğu’nun önemli bir şehri olan Semerkant, MÖ 329 yılında Büyük İskender’in hükümdarlığına girmiş. 712 yılında Müslümanlar şehri alır. Çin’den sonra ilk kâğıt değirmeninin bu dönemde Semerkant’ta kurulduğu rivayet edilir.

1220’de Cengiz Han’ın aldığı Semerkant, Timur’un şehri başkent ilan etmesiyle daha da gelişir. İpek Yolu’nun üzerinde yer alan Semerkant, önemli bir ticaret ve kültür merkezi olur. 14. ve 15. yüzyıllar şehrin altın çağı olarak bilinir.

Semerkant’ın güzelliği ve etkileyici tarihi edebiyatta da yer bulur. Ünlü yazar Amin Maalouf’un “Semerkant” romanı Ömer Hayyam’ın Rubaiyat’ı çevresinde gelişen ve Semerkant’ta geçen öykülerden oluşur. Ünlü yazar bu güzel şehir için “Semerkant, dünyanın güneşe dönük en güzel yüzü" demiş.

Semerkant’ta güneşin doğuşunun ayrı bir güzel olduğu söylenir ve bu güzellik sadece yakın coğrafyanın edebiyatçılarını değil, Batılı sanatçıları da etkilemiştir. Ünlü şair ve yazar Edgar Allan Poe da Semerkant’ın büyüsüne kayıtsız kalamamış ve şöyle yazmıştır: “… Ve şimdi bakışlarını Semerkant üzerinde gezdir! O yeryüzünün kraliçesi değil mi? Tüm kentlerin kaderini ellerinde tutmuyor mu?"




Registan Meydanı Semerkant'ın kalbi.. Dünyanın en eski şehirleri arasında sayılan Tarihi İpek Yolu'ndaki Özbekistan'ın Semerkand kentinde "U" biçiminde üç eşsiz mimari abidenin yer aldığı Registan Meydanı, Orta Asya Türk mimarisinin ender örneğini oluşturuyor 

Burası bazılarınca dünyanın en görkemli mimari eseri olarak görülmekteymiş. Meydanda Uluğ Bey Medresesi, Sirdor Medresesi ve Tillakari Medresesi adlı üç büyük Medrese bulunuyor. Akşam ışıklandırmalar ile bizleri de gerçekten büyüledi. İlber Ortaylı'nın görmeden ölmeyin dediği 5 şehirden birisi olan Semerkant. Akşam müzik eşliğinde yapılan ışıklandırmalar gerçekten görülmeye değer güzellikte. İnsanlar gece geç saatlere kadar buradaki müzikli ışık gösterisini izliyorlar. Medreseleri gezerken çini sanatının bu kadar muhteşem şekilde kullanılmış olmasına gerçekten hayran kaldık. Bizim için inanılmaz bir görsel şölen oldu. 

Matematik ve Astronomiye olan katkıları ile Türkiye'de de  çok bilinen ünlü Türk sultanı Uluğbey'in rasathanesini ziyaret ettik. Uluğbey, Timur'un torunudur. Hükümdarlıktan çok bilim ile uğraşmış, Semerkant onun zamanında dünyanın sayılı bilim merkezlerinden birisi olmuş. Rasathanes Semerkant merkeze yaklaşık 3 kilometre uzakta bir tepe üstünde 1428 yılında yapılmıştır. Uluğ Bey oğlu tarafından devlet işleriyle ilgilenmiyor diye öldürüldükten sonra fanatik dinciler tarafından yerle bir edilmiş. Uluğ Bey dünyanın güneş etrafında döndüğünü Kopernik’ten 60 yıl Galileo’dan 200 yıl önce bulmuş,  ilk yıldız haritasını yapmış. Aya ilk ayak basan Neil Armstrong ay yüzündeki 3 kraterden birine Uluğ Bey adını vermiş.

Semerkant çok zengin bir tarih kültür geçmişi yanında günümüzde de Özbekistan’ın en önemli şehirlerinden. Yoğun bir nüfus ve trafik kalabalığına sahip. Ana caddeler pırıl pırıl temiz olmasına rağmen arka sokaklar için aynı şeyi söylemek mümkün değil. 

İki gün kaldığımız Semerkant’ın  son gününde tarihi yerlerden çok yurdum insanının yaşadığı yerleri de dolaştık. Sadece Bibi hatun medresesini gezdik. Bu vesile sizlere Timur'un karısı  Bibi hatunun trajik aşk hikayesini anlatayım..

Timur, doğu seferinde Çin krallıklarını vergiye bağlar ve güzeller güzeli  Bibi hatunu almak koşulu ile Çin topraklarından ayrılır. Timur, Bibi hatuna aşık olur ve onunla evlenir. Bibiyi görkemli imparatorluk sarayına baş tacı yapar.

Timur, Hindistan'ı imparatorluğun hükmü altına almak için sefere çıkar. Sefer zaferle sonuçlanır ve Timur imparatorluk sarayına geri döner. Bibi hatun eşinin dönüşü şerefine onun için bir cami yaptırmak ister, imparatorluktan bir mimar gönderilmesini talep eder. Mimara elini çabuk tutmasını, eşi tekrar sefere çıkmadan tamamlamasını söyler.

Mimar, Bibi hatuna aşık olur ve ondan bir öpücük almadığı takdirde inşaatı yavaşlatacağını söyler. Mimar ile öpüşürse bunun Timur'un kulağına gideceğinden korkan Bibi hatun, mimarın teklifini reddeder. Ona haremden istediği kadınla birlikte olabileceğini söyler. Haremdeki kadınların hepsinin aynı güzellikte olduğunu betimlemek amacıyla da şu sözleri söyler; " Bir kase dolusu yumurta al ve hepsini tek tek kır, işte bu yumurtaların içinden çıkanların aynı olduğu gibi bütün haremdeki kadınlar aynı güzellikte" der.

Bibi hatunun bu sözü üzerine mimar da bir benzetme yapar. Bir bardağa su, diğer bardağa ise votka koyar. Ardından şu sözler dökülür ağzından; "Gördüğün gibi renkleri de, şekilleri de aynı duruyor. Ama insana yaptığı etkiler çok farklı. Kadınlar da aynıdır işte, kimisi buz gibi soğuktur kalbini karartır, kimisi ise kalbine bir ateş düşürür, aşk ateşiyle kasıp kavurur ruhunu" der. Bu sözlerin üzerine Bibi'nin kalbine aşk ateşi düşer ve eliyle yanağını kapatmak suretiyle mimarı öper. Mimar sözünü tutar ve kısa sürede camiyi tamamlar

Bibi hatun, mimara o kadar çok aşık olmuştur ki, aşkının ateşi eliyle kapattığı yanağına geçmiş, mimarın yanağını kıpkırmızı yapmıştır. Zamanla Bibi ve mimarın aşkı dilden dile dolaşır. Söylentiler Timur Han'a kadar ulaşır. Timur mimarın yanağındaki ispatı görünce, eşi ve mimarı yapılan caminin üstünden atılmak suretiyle ölüme mahkum eder.

Aşıklar caminin tepesine çıkarılır, Bibi hatun aşağıya atılır ve yere düşen güzeller güzeli Çin prensesi hayata gözlerini yumar. Mimarın kalbi bu gördüklerinden sonra yanar tutuşur. Çektiği acı arşa kadar yükselir. Mimar tek olan yaratıcıya içten içe yalvarmaya başlar. Timur'un son emri ile mimar da caminin tepesinden aşağıya doğru bırakılır. Fakat o sırada gök yarılır ve ışık demetleri içinden bir melek mimarı yakalar. Tüm imparatorluğun gözü önünde, mimarla birlikte göğe yükselirler.

Hikaye bu . Ben sadece aracıyım, inanıp inanmamak size kalmış .. 

Son olarak karavan konaklama yeri hakkında yazmam gerekirse.. Buralarda zaten hiç karavan kamp yeri yok. Şehrin en merkezi yerinde gözümüze kestirdiğimiz, güvenli gördüğümüz, yürüyerek şehri gezmenin kolay olacağı yerlere park ediyoruz. Daha şimdiye kadar buraya park edemezsiniz, burada kalamazsınız diyen olmadı.

Semerkant iki günden fazla gezmeyi kesinlikle hak ediyor ama bizim planımızda daha çok yer ve yol var. O yüzden artık taşkent yoluna devam etme zamanı. Semerkant -  Taşkent arası 300 km.nin üzerinde ve buralardaki yolların bozukluğunu düşününce epey yorucu oluyor. O yüzden yolumuz üzerindeki Gülistan'da bir gece konaklamalı mola verdik. Gülistan oldukça eski ve bir o kadar kirli bir şehir. Karavanı park ettiğimiz parkın yanındaki kafenin sahibi Türkiye'den geldiğimizi öğrenince çok şaşırdı. Bursa'da bir arkadaşı varmış, yanımdan onu aradı, beni de görüştürdü. Bursa'daki genç arkadaşı "topraaam nasılsın?" diye sordu, "iyiyim topraaam" dedim )).. Etrafı biraz gezindik ama açıkçası içimize sinmeyip, pek de görmeye değer yerde olmayınca akşamı dinlenerek geçirip, sabah Taşkent yoluna devam ettik.




TAŞKENT

Taşkent'e öğleden sonra geldik. Güneşli sıcak bir hava var. Lay lay lom yürüyüşe çıktık. Yarım saat yürüdük yürümedik, Türk dondurmacısına denk geldik. Tam dondurmaları yerken bir yağmur, dolu başladı ki çok fena.. 1 saatten fazla bir tentenin altına sıkışıp bekledik. Taşkent havası böyle ise işimiz var!. İlk günümüz sırılsıklam ıslanarak karavana döndüğümüz için çok keyifli geçmedi.


Eski Sovyetler Birliği’ndeki şehirler arasında Moskova, Leningrad ve Kiev’den sonra nüfus bakımından dördüncü sırada yer alan Taşkent, şaşırtıcı derecede modern bir şehir.. İki milyonu aşkın bir nüfusa sahip ama geniş yolları var.  Bir yerde 5 gidiş 5 geliş yol saydık, dolayısı ile trafik karmaşası çok fazla yok. Ama korna çalmayı çok seviyorlar. En ufak bir durumda korna sesleri ortalığı inletiyor. 

Taşkent, geniş bulvarları ve uzun ağaçları ile çok güzel bir şehir.Çok sayıda yeşil park alanları dikkati çekiyor. Bu kadar büyük ve kalabalık olmasına rağmen sokakların çok temiz olmasına da şaşırdık. 

Gezilerimizde pazar yeri gezmesi olmazsa olmazımız. Hem ihtiyaçlarımızı karşılıyoruz hem de o bölgenin kültürünü öğrenmenin en iyi yerleridir pazarlar. Taşkent’te gittiğimiz pazar da gördük ki buralarda sebze az, daha çok kuru gıdalar ve tabiki et ürünleri çoğunlukta. Ama turşu kültürleri çok geniş. Sanırım her şeyin turşusunu yapıyorlar. 

Pazar yeri gezmesinden sonra Metro ile Abdül Kasım Han medresesine gittik. Metro hattı eski Sovyet zamanında yapılmış ve Eski Sovyet metrolarının çoğu gibi çok derin ve istasyonları oldukça gösterişli bir şekilde dekore edilmiş. Taşkent’in her tarafında medreseler var bunlar şehrin ekonomik hayatının önemli bir parçası olmuş durumdalar. Abdül Kasım Han medresesinde ahşap işçiliği ve ahşap seramik karışımı tabaklar, süsler yapımı çoğunlukta idi. Çok sayıda resim ve minyatür sanatçısı olması dikkatimizi çekti.

Sonra gittiğimiz Kukeldaş medresesinde hala eğitim yapılıyordu. Çok sayıda erkek öğrenci gördük. Kızlar için ayrı yerde kuran kursu açmışlardı. Burada kızlara “Ayollar” dediklerini de söylemiş olayım.

Adını eski ismi Şaş olan Taşkent'te 10. yüzyılda yaşayan din alimi Ebu Bekir Kaffal eş-Şaşi'nin lakabı "Hazreti İmam"dan alan külliye, şehrin en önemli tarihi yapılarının başında geliyor. Bugün müze olarak kullanılan medrese, "Osman Mushafı" olarak bilinen ve üzerine Hazreti Osman'ın kanının aktığı ceylan derisine yazılı Kur'an-ı Kerim'in muhafaza edilmesinden dolayı İslam alemi için ayrıca önem taşıyor.

Taşkent gezimizin 3. günü ilk olarak Doğa müzesine gittik. Doğa müzesi gerçekten güzel eserlere ev sahipliği yapıyor. Dinozorlardan başlayarak günümüze kadar biriken çok sayıda eser var. Burada öğrendiğimiz bir bilgi.. Yezidiler ölen kişileri kuşların yada etçil hayvanların yiyebileceği alanlara atıyorlarmış. Etleri yendikten sonra kemiklerini küçük sandıklara koyup saklıyorlarmış. Suya kesinlikle ceset atılmıyormuş. 

Müzenin üst katında günümüz Özbekistan eserleri ama daha çok Başkan Kerimov’un reklamını içeren eserler vardı. Eski Sovyet alışkanlıklarının devam ettiği yorumunu yaptık. 

Burada herhalde her üç kişiden birisi ya Türkiye'de gidip gelmiş yada anlaşılır şekilde Türkçe konuşuyor.  Biz gezmekten yorulduk ama şehir o kadar büyük ki gezmekle bitecek gibi değil.

Taşkent gezimizin son akşamı muhteşem ışıklandırmalar yapılmış Taşkent City ve Magic City bölgelerini gezdik. Gördüğümüz mağaza ve restoran isimleri bizi sanki Türkiye’de herhangi bir yerdeymişiz gibi hissettirdi. Bu coğrafyanın bu kadar bizden olmasının değerini bilmiyor olmamızın kızgınlığı ve şaşkınlığını içeren karışık duygular ile Taşkent gezimizi sonlandırılmış olduk. Artık dinlenip sabah yolumuza devam etme zamanı.

Sabah Taşkent'ten ayrılıp ünlü Fergana vadisine doğru yol aldık. Yaklaşık 200 km. lik yolu 5 saatte ancak aldık. Yol düzgündü ancak 2300 m rakımı aşan dağlara tırmanıp indik.  Bugün Fergana vadisindeki ilk durağımız Kokand şehrindeyiz.

Fergana bölgesi haritada görüldüğü üzere bölge ülkelerinin ortak sınır bölgesi. Bereketli, bol sulu geniş bir vadi olduğu için  gözlerin de üzerinde olduğu bir bölge. Bu bölgeye gelmişken tarihin acıklı olaylarından biraz özet yazmaya çalışayım.

1944 yılında Sovyetler Birliği tarafından tehdit olarak algılanan Ahıska Türkleri öz vatanları olan Gürcistan'ın Mesheti bölgesinden Stalin'in emriyle çıkarılmış ve başta Özbekistan üzere Kazakistan, Azerbaycan ve Kırgızistan gibi ülkelere göç ettirilmişlerdir. Zorunlu göç sonrası çoğunluğu Özbekistan'ın Fergana Vadisi bölgesinde yaşayan Ahıska Türkleri burada 1-5 Haziran 1989 tarihleri arasında yaşanan olaylar sonrasında ikinci bir darbe yemiş ve sürgün edildikleri topraklardan da çevre ülkelere gitmek zorunda kalmışlardır. Olayların çıkış nedeni günümüzde hâlen tartışılmaktadır. Ancak kimliği belirlenemeyen kişiler ve gruplar tarafından Ahıska Türkleri hakkında başlatılan karalama kampanyasının, bölgenin yerli halkını ve özellikle de gençlerini oldukça etkilediği bilinmektedir. Ayrıca Türklerin Özbeklere eziyet ettikleri, Özbeklerle alay ettikleri, Özbek kadınlara tecavüz ettikleri dedikodularının bilinçli bir şekilde yayılması da Ahıska Türklerini hedef haline getirmiştir. Dedikoduları yayan grupların kimliği bugün bile hâlâ belirlenememiştir. Dönemin sovyet istihbarat örgütü KGB 'nin olayların çıkışında etkili olduğu ileri sürülen iddialar arasındadır. 

Çıkan olaylar sonucunda yaklaşık 100.000 Ahıska Türkü Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Rusya ve Ukrayna'ya göç etmek zorunda kalmıştır. Fergana Olayları sonrası Ahıska Türklerinin en fazla göç ettiği ülke Azerbaycan olmuştur. Göçler sonucunda bugün Azerbaycan'da 135.000, Kazakistan'da 105.000, Kırgızistan'da 35.000, Rusya'da 65.000 (çoğunlukla Krasnodar, Stavropol ve Rostov bölgeleri), Ukrayna'da ise 6000 kadar Ahıska Türkü bulunduğu tahmin edilmektedir.

Bu acılı coğrafyada bugün Kokand Hanlığı Sarayını gezdik. Kapılar ve tavan işlemeleri çok güzeldi. Kokand şehir olarak eski bir yerleşim olmasına rağmen düzenli, geniş caddelere ve parklara sahip bir şehir.

Lagman dedikleri el yapımı makarnayı yemek burada kısmet oldu. Makarna benim tabirim yoksa onlar sadece lagman diyorlar. Yapıldığı ortamı görünce insanın biraz midesi bulanıyor ama lezzeti fena değildi. Taze yapılmış makarna tadında olarak tarif edebilirim.

Özbekistan'daki mezarlıklar dikkatimizi çekince burada gidip yakından baktık. Mezarlar kapısı olan oda şeklinde yapılmış. Oradaki görevlinin söylediğine göre eşler aynı mezara, kapısı açılıp uzunlamasına yatırılıyormuş. Erkeğin birden çok eşi varsa, diğer eşler için de yan tarafa ilave mezar odası yapılıyormuş.

Taşkent'in  230 km doğusundaki ünlü Fergana vadisi içerisinde bulunan Kokand'da 40,5387132  70,9359372 koordinatlarında konakladıktan sonra ertesi gün Hudoyar-Han'ın sarayını görmeye gittik. Burası "Kokand'ın İncisi" olarak adlandırılan son Kokand Hanı'nın ikametgahıdır. 1871 yılında inşa edilen bu kompleks, ihtişamıyla dikkat çekiyor. Saray, merkezde yükselen bir kapısı ve 4 minaresi ile Orta Asya’nın geleneksel mimarisi motiflerinde tasarlanmıştır. Palace of Khudoyar Khan Kalenin tamamı yaklaşık 4 hektarlık bir alanı kaplar ve topraklarında 7 kadar küçük saray bulunur. Orta kapıdaki Arapça yazıtta "Büyük Seyid Muhammed Hudoyar Han" yazıyor. Bu mimari mucize, yaklaşık on altı bin işçi tarafından inşa edilmiş. Bu yerin güzelliği ve zenginliği sadece Doğu efsanelerindeki hanların kaleleriyle karşılaştırılabilir deniyor.


FERGANA - ÖZBEKİSTAN

Kokand’dan Fergana’ya gelirken yol boyunca her yerde meyve bahçeleri gördük. Şeftali, Kiraz, Ceviz, Erik, Kayısı çok sayıda üzüm bahçeleri vardı. Ve artık ünlü Fergana vadisinin merkezi konumundaki şehirdeyiz. Buranın Büyük İskender'in ulaştığı en son bölge olduğu tahmin edilmektedir. Türk boylarından Oğuzlar Fergana kasabasına "Özkend" adı vermişler ve  bu "kendimizin şehri" demektir. Bundan buranın bir Türk şehri olduğunu anlıyoruz.

Ayrıca Fergana, eski Zerdüşt edebiyatında Zerdüşt'ün vatanı kabul edilmektedir. Coğrafi konumu itibariyle eski devirlerde bölgede hüküm sürmeye çalışan komutanların ilk hedeflerinden biri olmuştur. Babür İmparatorluğu'nun kurucusu Babür Şah burada doğmuş ve devletini burada kurmuş. 1873 yılında Rusların hakimiyeti altına giren şehire Ruslar tarafından 'Yeni Margelan' adı verildi. 1910 yılında dönemin valisi Skobelev tarafından kendi ismi verilen şehir, 1920 yılında Bolşeviklerin kontrolüne geçti ve bugünkü adıyla anılmaya başlandı.

Güneşin kendine özgü hareketi olduğunu ilk keşfeden, ilk Türk ve Müslüman astronom  olarak kabul edilen El-Fergani buralıdır..

Fergana vadisi bu bölgenin  günümüzde Tacikistan, Özbekistan ve Kırgızistan tarafından paylaşılmış Doğu - Batı uzanımında 330 km ve kuzey – güney istikametinde 170 km kadar olan bir arazidir. Vadide 10 milyon nüfus yaşamaktadır. Bu nüfus yapısıyla, Orta Asya’nın yüksek nüfuslu bölgelerinden biridir. Coğrafik olarak Orta Asya’nın %5’ini kapsar. Ancak Orta Asya’daki nüfusun %25’i Fergana’da yaşamaktadır. Orta Asya’da kilometrekareye ortalama 17 kişi düşerken, Fergana Vadisi’nde bu sayı 640’a ulaşmaktadır. Fergana Vadisi’nin son on yılda yaşadığı nüfus artış oranı ise %32’dir. Vadideki nüfus yoğunluğunun 2020 yılında bazı bölgelerde 5000 kişi/km2’ye kadar çıktığı saptanmıştır.

Su paylaşımından kaynaklanan sorunlar, etnik çeşitlilik, Sovyetler döneminden miras kalan sınır sorunları ve Türkistan’ın İslam anlayışı Fergana Vadisi’nde gerginliklere ve çatışmalara neden olmaktadır.

Seyhun Nehri'nin geçtiği Fergânâ Vadisi'nde, Özbekistan'ın zirai üretiminin %25'i, Kırgızistan'ın zirai üretiminin ise %50'si bu vadide gerçekleştirilmektedir. Tacikistan'ın işlenebilir topraklarının %70'i de yine Fergânâ Vadisi'nde yer almaktadır. Fakat yeraltı sularının yükselmesi nedeniyle oluşan tuzlanma toprak verimliliğini ve elde edilen ürün miktarını azaltmaktadır. Su sorunu sınır komşuları ile problemleri her geçen gün arttırıyor.

Bu kadar Tarih ve Coğrafya bilgisinden sonra bugüne gelirsek; Fergana çok sayıda parkı, yeşil alanları ve kanallarından bol suyun aktığı güzel bir şehir.Zaten Özbekistan şehirleri temizliği ile bizleri fazlasıyla şaşırttı. Doğuya geldikçe bunun değişeceğini düşünüyordum ama yanılmışım. Buradaki yeşil alanların çokluğu ve temizliği gerçekten şaşırtıcı. Hemen bütün Avrupa şehirlerini gezmiş birisi olarak söylüyorum ki onlardan eksiği yok, fazlası var.  Dışarıda sigara içen yok ve dolayısı ile sokakta sigara izmariti hiç görmedim desem yalan olmaz.  Buralarda pazarlar çok fena kalabalık. Ne ararsan var cinsinden. Sebzeler çok pahalı. Bu memleket ekmek memleketi. Ekmeğin adı Nan ve buraya özgü Patır ekmeği var. Pazarda, şehirlerarası yollarda, ara sokaklarda her yerde ekmek satılıyor. Bizim pideye benzer ekmekler ve ortalama tanesi ortalama 4000 som

Peynir kurutmasının adı krut ve her yerde var .Aslında bizde de krut derler, Sadece peynir olarak değil, sulandırıp yoğurt da yapıyorlarmış.  Çeşit çeşit pirinçler yine her yerde. Fergana pirinci daha koyu renkli oluyormuş.

Türkiye'den buraya haftada iki gün direkt uçak varmış. O yüzden olsa gerek birkaç tane lüks Türk restoranı ve Ziraat Bankası şubesi de gördük.

Dünya Sağlık Örgütü Anayasasının yürürlüğe girdiği tarih olan 7 Nisan, her yıl 'Dünya Sağlık Günü' olarak kutlanmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü ve buna bağlı toplumsal kuruluşlar sağlık sorunlarını önleme, erken saptama, koşulları iyileştirme, sağlığın nitelikli ve ulaşılabilir olması için gerekli çalışmalar yürütmektedir.

Fergana'da yanında kaldığımız büyük parka sabahın erken saatinde sağlıkçı kıyafetli insanlar gelmeye başladı. Ne oluyor diye yanlarına gittik. Meğerse bu Dünya Sağlık Gününü bu açık alanda kutluyorlarmış. Gerçi kutlamadan çok açık alanda poliklinik muayenesine çevirmişler. Her branştan hekimlere birer masa vermişler, gelen vatandaşları kontrol ediyorlar. Bizlerde yarı muhabbet, yarı merak arasında göz muayenelerimizi yaptırdık. Bir de bizim Tika'nın verdiği Ambulans önünde yerel vatandaş ile sohbet ettik.

Bu tıbbi muhabbetten sonra Andican Şehrine doğru yola çıktık. Önce yol üzerinde Margilan şehrinde kısa bir mola verdik. Burada büyük bir El sanatları merkezi ve halı,kilim dokuma atölyesini gezdik. Ünlü Özbek İpek halılarının nasıl el emeği, göz nuru ile dokunduğunu izledik. Bu atölyenin sahibinin kızı bir Türk Tır şoförü ile evlenecekmiş. Adama Türk evlenme gelenekleri hakkında epey bilgi verdik. Adam bizimle karşılaşmaktan çok mutlu oldu.

Ama Andican çok uzak olduğu için Namangan şehrinde akşam konaklama molası verdik. Özbekistan'ın en kötü şehri neresi diye soran olursa tereddüt etmeden Namangan derim. Arkadaş bir büyük şehir ne kadar pis, karmaşık ve gürültülü olabilir diye merak eden varsa buraya gelsin. İnanılmaz kaotik bir şehir. Aslında Namangan Özbekistan'ın en büyük 2. şehriymiş. Karavanı merkezde bir parka konumlandırıp biraz gezelim dedik ama çok kısa sürede geri döndük. Çok rahatsız edici bir gürültü ve görüntü kirliliği vardı. Akşam bir ara yemek yemek için çıktık o kadar. Buranın meşhur yemeği Samsa'nın yapılışına denk gelince onu izledik. 

Mayalanmış hamurun içine bol et ve soğan koyup kocaman tandırların iç duvarına yapıştırıyorlar. Pişince de tek tek alıp satıyorlar. Lezzeti fena değil ama biraz da içinde ne olduğuna bağlı. Etten başka patates, peynir veya tavuklusu oluyor.  Burada geceledikten sonra sabah yola çıkarak Andican şehrine gittik



ANDİCAN - ÖZBEKİSTAN



Artık Özbekistan'ın son şehrindeyiz. Bundan sonrası Kırgızistan olacak. Özbekistan'da doğuya geldikçe İslam etkisi bariz artıyor. Burası da bunun tepe noktası herhalde. Ramazan ayındayız ve yemek için açık yer bulmak çok zor. Ezan okundu ve millet kalabalıklar halinde camiye gidiyordu. Önceki gün Türk birisinden Özbekistan votkası çok güzel diye duyunca hadi alalım dedik. Neredeyse bütün gün sokaklarında yürüdüğümüz Andican'da bir tane alkollü içki satan dükkan göremedik.  Kimdir, nedir diye uğradığımız İstanbul Baklavacısı Türkçe bilmeyen bir Özbek'in çıktı. Adama şirinlik olsun diye Özbeklerle Türkler kardeş dedim, benim için nereli olduğu önemli değil, bütün ümmet kardeş dedi.  İnanılmaz sayıda haç umre turizm şirketi var. Demek ki talep çok fazla. Her taraf cami ama sokakta namaz kılanlar burada da var. 

Özetle bu bölgede yer alan Kokand, Fergana, Namangan ve Andican gibi şehirler bizde hayal kırıklığı yarattı.  Sanırsın Arap ülkelerinden birisine geldik..  600 cami ve 20 medrese ile Namangan başı çekiyormuş..

Andican şehir olarak Namangan’a göre çok daha temiz ve düzenli. Geniş caddeler var ve yollar boyunca Akasya ağaçları dikmişler. Beyaz renkli çiçekleri ile hoş görünüyorlardı. Karavanı alışveriş merkezinin parkına park edip yürüyerek gezdik. Buranın ünlü Babür müzesini tadilatta olduğu için gezemedik. Ali Sir Nevai parkında karşılaştığımız gençlerin bize Ali Sir Nevai’den şiirler okumaları çok hoş oldu.

Andican’ı gezmek için bir gün yetti ve sabah artık Kırgızistan'a gitmek için yola çıktık. Andican'dan Kırgızistan yoluna giderken 7. km de Babür park ve Müzesi var. Babür Hanlığın kurucusu Özbek Babür hanın heykeli, kütüphanesi, Müzesi yanında ağaçların arasında çok sayıda yeme içme yeri olan bir yer.

Bu bölgedeki Sınır geçişleri hep 'Sinir' geçişleri şeklinde olduğu için yine ne kadar Sinir'le geçeceğiz merakı içerisinde Kırgızistan yoluna devam ediyoruz.. du bakalı!!



dr. bülent erata